7 Şubat 2010 Pazar

Mendilimde gözyaşların


Ne kadar az’dın bana, dedi ağaç buluta
ne kadar az’dın sen bana
daha küçücük bir tohumken düştüğümde toprağa
kuruyup çatlamış toprakta ürkerken
bu kocamana dünyanın tüm yürek yiyicilerinden
ve karıncaların dişlerinden kurtulabilmek için
dua etmeyi bile öğrenmemişken daha
ne kadar az’dın sen bana


ne kadar az’dın sen bana
vardın biliyordum
gerekliydin benim için biliyordum
güneşi sevdiğim kadar seni de seviyordum
ama toprak ana kadar basmadın bağrına
korktum hep varlığından
gölgen korurmuş beni
erken çatlamasından kabuğumun
kurda kuşa yem olmayayım diye
karanlık gecelerde gürlermişsin bilemedim
gözümü alan geceyi yırtan şimşeklerinin ışığı
yolumu aydınlatamadığını düşünsem de
annemin erken uyuturken üstüme örttüğü
yorganın altından başımı çıkarıp baktığımda
kapımın pencere camında gördüğümü sandığım
mum ışığından yansıyan markut, öcü ve gölgeleriymiş bilemedim.


Çünkü öğrendim geç de olsa.
Erken uyuyamazsam erken büyüyemezmişim.
Karanlığın büyücülerine aldanıp
sahte günışıklarına kanıp
"daylight" gecelerde özümden filizlerimi verdiğimde dünyaya
dallarıma karıncalar üşüşürmüş bilemedim.
Her erken doğan çiçeğin körpe dallarına konan usta avcı karıncalar...
Erken sesini dünyaya veren her bülbül ötüşlü kanaryanın başına gelen gelirmiş başıma
ilk büyük lokma takılırmış boğazıma ve bir lokma olurmuşum avcı kedilere sokak aralarında.
Bilemedim.


Ama ben senden korkmayı öğrendim sevmeden önce
seviyordum seni, için için.
Hani babamı sevdiğim gibi.
Ya da okulda sürekli kaşları çatık tarih öğretmenimi sevdiğim gibi seviyordum seni de kim bilir.
Kızdığında şimşeklerin yıldırıma dönüşürken söyle nasıl daha daha sevebilirdim ki.
Sen hiç şimşeklerinle sarsıldın mı, yıldırımlarınla kavruldun mu? Dudaklarından çıkan bir çift sözün
nasıl beni yaraladığını bildin mi apansız.
Zamanlı zamansız...
Oysa hep sana gülümsemek istedi yüreğim...
Karıncalardan önce sen gör istedim toprakta kök salışımı...
Filizlenişimi sen gör...
Nasıl kahverengiden yeşile döndüğümü
ve umudun turuncu çiçeklerini nasıl
içimde büyüttüğümü sen bil istedim...
Bil(e)medin...


Ne kadar güçlü olabilir ki bir tohum...
Bir fidan olup yeşermekten başka çarem mi vardı.
Ve suya bu kadar hasretken
dallarımı serin gölgelere uzatmaktan başka ne yapabilirdim ki.
Çünkü sen başka şeylere ağlıyordun.
Rahmet yağmurların benden başka her yere düşüyordu.
Belki de avuçlarını kapatıp hüzün dolu yüzünü saklıyordun kim bilir...
Ama ben bilmiyordum.
Sen de bildirmiyordun.
Hem bana Tanrıdan korkulmaz sevilir diyordun
hem de uslu bir fidan olmazsan, öcüler yer seni diyordun.
Sev diyordun bana sevgiyi öğretmeden.
Ben de seviyordum.
Kurdu kuşu karıncaları böcekleri.
Hepsi öyle sevimliydi ki.
Her gördüğüme dallarımı eğiyordum.
Sonra içimi kemiriyordu dişleri ve ben sebepli sebepsiz sevgilerde içimi yiyordum.
Yanı başımdaydın oysa değil mi.
Hani şefkat merhamet gölgen üzerime düşüyordu.
Oysa ben bir damla yağmura muhtaçtım görmüyordun.
Dallarımı taşıma su ile değirmen döndürdüğünü iddia eden
Her su veren ele açışım ondandı
sen bilmiyordun.


Çünkü sen güçlüydün.
Ben isyankâr.
Toprağa sıkı sıkı tutunmaya başladığımda, ayaklarım üzerine daha bir dikildiğimde
isyanım daha da büyüdü sana.
Erken yağan yağmurların köklerimi çürüteceğini bilmiyordum daha.
Nehirlerin alıp götürdüğünden haberim yoktu canlıları.
Mademki su hayattı.
Ben hayatla var olmalıydım.
Öylece uzattım dallarımı biraz daha biraz daha.
Şımarıyordum gitgide.
Yağmazsan yağma ben nehirleri duymuştum karıncalardan.
Suladığı ovalarda ekinler bitiren.
Her yeri yeşillendirip, canlılara yaşam sevinci veren.
Sadece ve sadece şu karşıki dağın ardından dökülen nehirler.
Dallarımı biraz daha hayal nehirlerine uzatmaktan gayrı yapacak bir şey yoktu.
Ve uzattım biraz daha, biraz daha...
Artık gök gürültülerinin de işe yaramadığını düşündüğünde yıldırımlar gönderdin yüreğime.
Çok öfkeliydin, çok kızgındın.
Söz dinlemiyordum çünkü
Artık isyankâr asi şımarık bir çocuktum.
Ama çocuktum.
Büyüyordum, büyüdükçe daha dik başlı daha vurdumduymaz oluyordum.

Sen yağmazsan yağma

ben derinlere dalan köklerimle suyu buluyordum.
Dökülen yapraklarımın yerine yenileri yeşeriyor
ve ben sürekli etrafımdaki karıncalara yetecek kadar yaprak döküyordum.
Yaşam benim etrafımda dönüyordu işte.
Öte yandan hep içimde yaşattığım bir umutla boy atıyor.
Yere uzandığı kadar dallarım, boyum da sürekli göğe, sana uzanıyordu.
Hoş sen bunu da isyan saydın.
Sana ulaşma gelme çabam olarak görmedin.
Karıncalar yetmedi şimdi de kuşlara dal oluyor diyordun kendince kim bilir.
Artık bir fidan değil kocaman bir ağaçtım işte.
Toprağın bağrından yetişen.
Özü çamur olsa da suyu derinlerden alan.
Yapraklarıyla böceklerin, karıncaların beslendiği
dallarında kuşların tünediği göz kamaştırıcı bir ağaç.


Ötekilere de hiç benzemiyordum.
Onlar sana yönelmişlerdi. Göğe uzatmışlardı başlarını. Dimdik.
Oysa ben daha heybetli idim. Kocaman bir çınar gibi.
Hem göğe yönelmiş hem de çevreme uzatmıştım dallarımı.
Ormanın her köşesinde dallarımla yapraklarımla ben vardım.
Yorgun uçan kuşlar önce benim dallarımı görüp konuyorlardı.
Karıncalar üşüdüğünde benim kabuklarımın arasına sığınıyorlardı
ve sen istemesen de yağmur damlaları bana daha fazla uğruyorlardı.
Gerçi yapraklarımı karıncalar için sık döker olmuştum.
Ya da yorgun bedenim tutamıyordu onları yeşil.
Kabuklarımın arasında derin yaralar kovuklar açmıştı karıncalar.
İçin için yenmiş çürümüştüm ama olsun.
Dışardan hala en heybetli görünen ve ilgi çekip, kendisine yönelinen ağaç, o bendim işte.
Sıcak bir yaz günüydü.
Kaza geliyorum dedi mi bilmiyorum ama bir avcının sigarasını yakarken attığı bir kibrit yere düştü.
Vakit saat gelmişti belki de eskilerin deyimi ile.
Önce benim yere düşen yapraklarım tutuştu.
Öyle çok yaprak dökmüştüm ki yere karıncalar yesin diye.
Öyle yeşil ve dalında tutamamıştım ki onları.
Hemen hepsi bir anda tutuştu.
Önce muhteşem bir görüntü gibi geldi bu bana.
Ateşi sevdim bile diyebilirim o ilk anda.
Etrafım ışıl ışıldı.
Sonra baktım karıncalar kaçışıyordu. Kuşlar dallarımı terk ettiler.
Ateş artık canımı yakıyordu.
Alevleri ile dört bir yandan dallarıma ulaştı.
Çevremde, her tarafımda ayrı bir yangın başlamıştı.
Canım yanıyordu. İçim yanıyordu, ben yanıyordum.
Ve farkına varmadan özsuyumu öylesine tüketmiştim öylesine kurumuştu ki dallarım.
Yanıyordum işte dumansız...


Çığlıklarımı duy istedim.
Bilmiyorum sesim sana nasıl ulaştı.
Çok üzgündün sende.
Hayırsız evlattan ümitsiz bir ana gibi benden umudu keseli çok olmuştu ihtimal.
Ama sende öğrenmiştin.
Seni bu denli seven bir ben vardım.
Söylemesem de, isyan etsem de, sana asla boyun eğmesem de.
Dizlerine bu kadar muhtaç, sevgine şefkatine bu kadar susuz olan bendim.
Hani, yanı başındaki ben. İdealize ettiğin, her şeyime olmaz dediğin.
Küçüksün daha büyümelisin,
zamanla öğrenirsin dediğin ben
Öyle çabuk büyümüştüm ki sen göz açıp kapayana kadar...


Yeşerdiğimi görmeden sen ben kurumuştum bile.
Oysa senin yeşerdiğini sandığın dost yüreklerin hep dışındaydı yeşili.
Sen de onu görmemiştin.
Ben dışımın yeşilini kurda kuşa kaptırmıştım ama içimde hep yaşatmıştım
Senin söylemlerini, öğretilerini.
Aksini bilmiyordum çünkü.
Göründüğüm gibi olmayı da, olduğum gibi görünmeyi de başaramamıştım haklısın.
Belki bu yüzden yanıyordum işte.
Bu yüzden her yana yayılmış dallarım yapraklarım tutuşmuş
en küçük bir yangın benim içim felaket olmuştu...


Hadi bak bana.
Ben senim, sendenim.
Bu toprağa elinle ektiğin tohum, diktiğin fidan benim.
Ben o buğday tanesiyim.
Ben dev bir ağaç değil, şefkatle bir damla gözyaşına muhtaç olanım.
Ben senim...
El değil.
O değil.
Bu değil.
Şu değil...
Hadi yağmur yüklü bulut'um. Eğil.
Eğil...
Eğildin.
O gün eğildin
ve
Omzumda ağladın.
Söndü yüreğimdeki yangın.
Beni içinden çıkarıp aldın tükenmez ataşların
Mendilimde gözyaşların...

6 Şubat 2010 Cumartesi

Seni düşünüyorum

ERKAN BAL

Seni düşünüyorum... Beni bırakıp ne zaman gittin?

Ne zamandan beri böyleyim sensiz? Ne zamandan beri ağlıyorum biliyormusun böyle sessiz.

Dik duruyorum, boynumu bükmüyorum, yüreğim yaşlansa da insanlardan gözlerimi kaçırmıyorum. Ağlamıyorum artık anlıyacağın... Duyuyor musun. Büyüdüm artık ben, ağlamıyorum...

Artık senden korkmuyorum biliyormusun. Başkalarından da kormuyorum. Korkacak kimsem kalmadı kendimden başka...

Artık daha çok özlüyor ve özledikçe daha çok seviyorum seni, ve sevdikçe daha çok özlüyorum...

Benim sana söylediklerimi, şimdi bana söylüyorlar biliyormusun? Kimliğini değil ama rolünü çaldım hayattan.

Sen kadar güçlü değilim, olsun. Ama söylediğin gibiyim. Ağlamıyorum. Dik duruyorum. Yetim çocuklar gibi boynumu eğmiyorum ...

Farkındayım, biliyorum. Artık kol da benim, kanat da. Kapıları en son ben kilitliyorum. Işıkları ben söndürüyorum. Ben çekiyorum yorganları birer birer herkesin üzerine.

Çünkü sen yoksun...

Bugün son gezdiğimiz yerlerde gezdim yine. Hani senin elini son kez bıraktığım. Bana "git artık" dedikleri yerde...

Beklemişsin...

Sevinip ağladım... "Ben gitmedim ama biliyorum sen geleceksin dedin" bana.

Bir seni, bir de hiç görmediğim ablamı çok özledim biliyormusun?

Ötelerde bir yerlerde duydum, işittim söyle bir kardeş daha gönderdiler ablama...

Sevinsin, elini tutsun az, gezdirsin onu. Ürkektir, korkaktır, ışığı görmeden karanlığa sakladılar onu. Az ablalık yapsın yumurcağa...

Bir çay içeceğim birazdan, belki balık da yerim. Sen de ister misin? İki adım ötende işte çay bahçesi, hadi ilk kez ben ısmarlayacağım, niçin gelmezsin?...

Tamam peki... Gidiyorum.

Üzülmedim, ağlamadım.

Bak dik duruyorum. Boynumu bükmedim. Öksürmüyorum.Terli soğuk su bile içmedim. Tamam, burnumu da çekmedim.

Ya ellerim mi?.. Peki, ellerimi de cebimden çıkardım...

Hoşçakal. Gelirim yine.

Selam söyle ablama...

Baba:(

5 Şubat 2010 Cuma

Tüh, yine en büyük benim

ERKAN BAL

Tüh, yine en büyük benim…
O yüzden bir ömür boyu mızıkçılık yapamayacağım.

En akıllı, en uslu
, içinizde kendisinden en çok şey beklenen yine ben olacağım.
Tüm idealleri gerçekleştirmek yine bana düşecek ve yine ben vaktiyle başarılmamış büyük idealleri gerçekleştiremediğim için en büyük hayal kırıklıklarını yaşatacağım sevenlerime.

Çocukluğumda alnıma yazılan süper çocuk yazgısının altında yine ben ezileceğim. Özenle büyütülüp şımartılan, sonra bir köşede unutulan yine ben olacağım. Annesinin en sevgilisi yine ben olup, ne kadar sevsem de sevildiğim kadar sevmeyi hiç başaramayacağım.
Dünyaya gelmeden önce kendime biçilmiş ideal rollerden habersiz, mahallenin örnek uslu çocuğu (gizli yaramazı) ben olacağım.

Büyük ihtimalle en çok kulağı çekilen de ben olacağım. Ne yapsa beğenilmeyen, huyudur suyudur diye kendine ait bir kimliği olmayan; diz dibinde, el altında durması, her zaman söz dinlemesi gereken hep ben olacağım. Sürünün çobanı, bölüğün onbaşısı çavuşu ben olacağım, ben kalacağım.

En çok idealize edilen, kendisinden en çok şey beklenen ama en az beğenilen yine ben olacağım.

Ve ne yazık ki çocukluğumdan başlayıp, büyüyene kadar hiç kimseye yaranamayacağım.
Ne kendime faydam dokunacak, ne sevenlerime, ne sevdiklerime...

Tüh :( en büyük benim.
Haydi, yaşadınız çocuklar!
Abiniz, ablanız yine ben olacağım...

ERKAN BAL

4 Şubat 2010 Perşembe

Beni nasıl iyi bilirdiniz?

ERKAN BAL

Doğduk, belki bir doğum lekesi düştü kolumuza bacağımıza. Benim yok ama ben'im çok:)

Büyüdük, düştüm dizimde bir kıymık yarası... Eh yürektekine bakınca hiçbirşey mi dediniz? Bilmem bu benim vücudum. Benim yaralarım.

Anne babamızın baskın genlerinden izler taşıyor her bir yanımız. Ne mutlu, ne iyi ki... Gözlerim kahve, gözümün üstünde kaşım var. Bir tanesi Atatürk gibi:) Ya da bana öyle geliyor. Ego işte...

Kısa pantalon giymeyi ne zaman bıraktım... İlk giydiğim günün akşamı. Komşu çocukları dizime yapıştırdı yanan bir naylon poşeti. Askeri lisenin kapısından döndüm böylece. Yok yok kapıdan içeri aldılar da, sakladım durdum dizimi...

Duvardan atladım, göğsümün üstüne düştüm çocukken. İhtimal küçük bir bere duruyor olmalı. Durmaz mı, bilmem? Ama üniversite hayatım bir trafik kazasıyla başlar ve biter birinci perde...

Hayatta yaşadığınız herşeyden yüreğiniz kadar vücudunuz da izler taşır. Ama bedeniniz onarır kendini, olmadı doktoru var hastanesi var; ya yüreğinizin? Yürek doktorunuz da var mı?

Övünülecek şey mi? Yok benimkisi züğürt tesellisi: Yaşıma göre saçım hiç fena değil. Üstelik öyle özel koruyucu birşeyler kullandığım da yok. Hayırsız Dayıcığım (bir gün size onu da anlatmalıyım) kısa kes derdi, keserdim hepsi bu. Ama artık çok eğilirsem görebildiğim bir kelim var... Kulağımı rüzgarda düşen bir çinko levhaya kestirdim, ama şükür tamamı bende..

Az sonra iyi bilirdim diyecek olanlar, ağzımda kaç dişim var biliyormusunuz? Ya sizin? Kaçı kendinizin kaçını Çanakkale porselenden aldınız?

Bir insanı iyi biliriz demek o kadar kolay mı? Daha yüreğini açıp baktık mı birbirimizin?

Ne kadar komşuluk ettik. Aç kaldım, susuz kaldım da bir bardak su mu verdiniz? Aynı kaptan yemek mi yedik. İmece usulu ev mi yaptık? Pikniklere mi gittik bütün mahalle? Yoksa facebookta aynı gruplarda mı takıldık? Sanal da, reel de okey masasında taş mı dizmişliğimiz var?

Birlikte okula mı, askere mi gittik? Ne kadar dostuz ne kadar arkadaşız? Kaç para borç verdiniz? Ne kadar veresiye taktınız bana? Doğum günümde birlikte pasta mı kesdik? Söyleyin bakalım yükselen burcum ne?

Sahi, diyelim yarın öldüm bir trafik kazasında. Cenazem kalkmadan önce teşhis edilmem gerekti Allah korusun. Örtümü kim açıp bakacak, -Evet oydu demek için? Ya yüzüm tanınmaz haldeyse? Ya bilemezseniz diş röntgenimden? Ya tanımazsanız ayakkabılarımı? Aynı model ayakkabıyı giyen kaç kişi varız şu dünyada?

Dna yalan söylemez mi? İnsan yalan söyler de, insanın temel taşı, çekirdeği olan söylemez mi? Parmak izimden mi tanıyorsunuz beni? Ya yürek izlerimden bilen kaç kişi var, parmak kaldırsın.

-Şimdi beyler, Lütfen bir adım geri çekilin...

ve kendine güvenenler bir adım öne çıkın, saf tutmak için

SEN, evet evet sen!
Yüreğimi
en iyi bilen!

Hadi sil şimdi gözlerinin yaşını
ve gerçekten iyi bilirdim diye "sadece SEN söyle adımı..."

3 Şubat 2010 Çarşamba

French mi dediniz?

ERKAN BAL

Hayatımdaki en lüzumsuz bilgilerden birini öğrendiğim kanısındayım. Bir ayı geçti gerçi bunu öğreneli. Demek ki bu yaşıma kadar cahilmişim.

French, yanlış öğrenmediysem, kadınların, belki de bazı erkeklerin tırnaklarının kolayca kirlenip siyahlaşan uç çizgisini beyaz ojemsi bir boya ile kapatması işlemiymiş. Yani kirli tırnaklarınız temiz gözükecek özetle...

Hayatta anlamadığım şeyler var; Avrupai olup da benim gibi sıradan vatandaşlara garip gelen. Uzun hatta kıvrık tırnaklar bunlardan biri, bir diğeri bir zamanlar çok moda olan takma kirpikler... Keyfi yapılan estetik ameliyatları da anlamam.

Aynı şekilde Batı Dünyası'nın bizlere armağan ettiği, pratikte ne işe yaradığı şüpheli, bence gereksiz bir çok şey var. Korse mesela. Tabi sağlık için olanlarından sözetmiyorum. İçine zorla tıkıştırılan kadınların kendilerini zayıf göstermek için bir zamanlar işkence çektikleri alet.

Son zamanların modası G-String ile düşük belli pantalonları da anlamakta güçlük çekiyorum; yaşımdan herhalde. Bir insan neden rahat bir çamaşır giymek varken böyle tercihlerde bulunur, anlamak zor. Teşhir duygusu mu, seksi görünme arzusu mu, beğenilme-talep edilme tutkusu mu bilemedim.

Öyle bu konularda ahkam kesmek, fetva vermek derdinde değilim. Nasıl başörtüsü kadınların sorunu ise bence mini etek de, düşük belli pantalon da onların sorunu. Ancak, düşünüyorum, benim belim donar yahu :) Üstelik okumuşluğum var, gençliğinde çok dar kot giyen kadınların çocuk doğurmada sorun yaşayacağına dair.

Aynı şekilde çamaşır giymemek ya da düşük bel yüzünden sağlık sorunları yaşanacağına dair. ( Yanlış bilgi mi?.. Olabilir efendim, ben hikmetini merak etmiyorum zaten; düşüncemi söylüyorum)

Canım çocuk doğurmak dediğin nedir ki? Sezeryan diye bir şey var. Evet, Sağlık Bakanlığı verilerine göre sezeryanlı doğumlarda ciddi artış varmış. Sağlık sebebini yine es geçiyorum tüm saygımla, ama tavuk olsak herhalde 2 yumurtadan sonra kesilip biçilmedik yerimiz kalmazdı sezeryan yüzünden.

Sanırım onun da modasını ya da cılkını çıkardılar.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. 'Fastfood' bir yaşam, 'big menü' ler ve karşılığında 'obezite' diye bir hastalık. Üstelik dünyada açlıktan ölenle obeziteden tedavi görenlerin oranı neredeyse eşit.

Mayonez de böyle bir şey. Çok sevmeme rağmen farkettim ki sirkeli, limonlu bir mayonez, insanın yedikçe yiyesini getiriyor katıldığı gıdaları. Yani tuz yalamış keçinin su içtiği gibi mütemadiyen bir açlık hissi... Sonrası... Kilo aldım veremiyorum. Olsun 'liposakşın' var.... Her yer para tuzağı....

Sıkı geliyor, zor geliyor terleyip kilo vermek; gelsin Liposakşın... Burda da olayın sağlık sorunu haline geldiği durumları hedef dışı tutuyorum. Coca Cola... Bakın, ben bile hastasıyım. Böcek ilacı bile yapılıyormuş bu asitli içecekten. Ama kendimden biliyorum, kola içersem İskender'i 1,5 porsiyon yiyorum. :)

En faydasız icatlardan biri de atom bombası hiç şüphesiz. Bir gün dünyaya çarpan bir göktaşını patlatmak için kullanınca 'Baaaak işe yaradı!' diyecekler. Kimyasal silahlar da böyle bir şey... İnsan öldürmek için insanlar alet yapıyor.. Aklım almıyor...

Batı'nın empoze ettiği değerler, hep tüketime ve insan değerini düşürmeye yönelik gibi geliyor bana. Tabi kastım bütün yabancılara 'tu kaka' demek değil. Edison'u, Pastör'ü, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'ni es geçmiyorum. Saygı duyuyorum.

Güzellik yarışmaları; karpuz seçer gibi kadın seçiyor kart horozların çoğunlukta olduğu jüriler. 'Barış istiyorum' diyor Miss Globe, sahte gülücüklerle; ama dünyayı kan götürüyor. Barışın ırzına en çok onu isteyenler geçiyor. Barış, 'gay' takılıyor artık..

Sakal traşı özendirilirken, erkekliğin tanımı parlak bir cillten geçiyor. Ama, iyi kötü bir çok filmde, resimde idol erkek koltuk altları tüysüz olamıyor nedense. Aynı şekilde kadınlar için 'Yoksa tüyünüz, münasip modellerimiz var' diye bir sektör bile oluşmuş.

Tıpkı French gibi... Hatta daha beteri. Görünmeyen yerleriniz temiz olmayabilir. Yeter ki sinekkaydı bir traş olun. İyi ama ya ben kirli sakalı seviyorsam...
Bekaret bir başkası. Erkeklerin zaten öyle bir kaygısı kalmadı. Ülkemizde bile yıllar öncesinden mahallenin yeni yetmelerine yol gösteren 'abi!' ler vardı. "Mektebe gitme zamanı"n gelmiş diyerek...

Artık kızlarda da bir benzeri empoze edilmeye çalışılıyor. " A... Halâ bakire misin? Tu kaka... Bu devirde.. Cık cık" (Not: Bu hassas konuda devletin koruyuculuk yapmasını da tasvip etmiyorum. Adına bekaret kontrolu denilen, gencecik kızların ruhlarında derin izler bırakan ve kadını aşağılayıcı bir davranışı da kabul etmiyorum.)

Yazı uzadı gitti. Bir French'ten çıkarak nerelere geldik. İskilipli Atıf Hoca da Frenk Mukallitliği, "gavur taklitçiliği' de denilebilir, adlı eski bir kitabı astırmıştı. Aman pişmiş tavuğun başına gelmeyen benim de başıma gelmesin.

Dediğimce ne Batı'nın bazı iyi değer yargılarını küçümsüyorum ne de insanların hayatına ve tercihlerine karışmak gibi bir düşüncem var. Ama kadın da olsa, erkek de olsa bir insanın tırnaklarını kesmek yerine uçlarını boyamasını (aslında kötü gözükmediğini düşünsem de) komik ve saçma buluyorum.

N'apıyım?! :))

1 Şubat 2010 Pazartesi

Dilekçeniz, bazen kaderinizi de yazar

ERKAN BAL

İnsan olarak yaptığımız her tutum ve davranışımız Mevla'ya uzatılmış birer dilekçemizdir. Kabul edilip, edilmeyeceği, ne zaman ve ne şekilde yazgımızın değişeceği ise ona kalmış bir şeydir.

O yüzden yazgımızda belirleyici etkenlerin başında kendimizin olduğunun bilinci ile ağzımızdan çıkan kelimeler kadar davranış biçimlerimizi de gözden geçirmeliyiz. Semavi dinlerde Mevla'nın kader üzerinde belirleyiciliği mutlak olmakla birlikte insanların kendi kaderleri üzerinde sorumluluk sahibi olmaları esastır. Bir şeyden sorumlu tutuluyorsanız onun üzerinde bir etkiniz, yaptırım gücünüz var demektir.

Mevla'nın göstere göstere kaderimize müdahale ettiği durumlar haricinde yaşadığımız yazgıda söz sahibiyizdir. Yaradan'ın her şeyi kuşatan yüce bilgisi bizi sorumluktan kurtarmaz. Bu yüzden hepimiz bir şekilde tercihlerimizi yaşarız. O, bazen küçük ibretlerle açılmayan kalp gözümüze ilham vermeyi bırakır.

İlahi hikmetlerini gözümüze sokar, burnumuzu sürte sürte gösterir ki anlayabilelim. Ancak biz, bir ümitsiz vakaysak; böyle bir uyarı da bize tesir etmez, fayda vermez.

Kader üzerine çok söz söylemek bana düşmez. Kader konusunda birçok din âlimi bile bocalamış ve teslimiyeti seçmiştir. Biz de söylediklerimizin de kafaları karıştırmadığını umarak cümlelerimizi satırlara dökmeye devam edelim.

Okula başladığınız ilk gün, sınıftaki arkadaşlarınız sizin kaderinizdeki yoldaşlarınızdır. Anne, babanız da.

Siz büyüdükçe yazgınızdaki diğer insanlarla tanışırsınız. Keza akrabalarınız da kaderinizde sizin miras payınıza düşmüş insanlardır.

Sonra lise, üniversite, okul arkadaşlarınız ve ilk aşklarınız, sevdalarınız gelir. Alış veriş ettiğiniz, bakkal manav, misafirliğe gittiğiniz komşu hepsi kaderinizde çeşitli rolleri paylaşmaktadır.

Bu insanlardan bazıları kimi zaman başrolde, kimi zaman yardımcı kadın oyuncu, kimi zaman erkektirler. Tıpkı siz de onlar gibi, başkalarının hayatından rol çalarsınız. Kimi zaman figüran, kimi zaman jön olursunuz. Kimi zaman da yardımcı oyuncusunuzdur.

Hayat bir film gibi geçse bile olabildiğine gerçektir. Geçip giden zamansa hayatınızın katilidir.

Yollar ayrılmaya başladığında kaderinizden bazı çizgiler silinmeye başlar. Bir gün dedeniz, nineniz başka bir gün anne, babanız kayboluverir yüreğinizde hüzünden izler bırakarak.

Aşklar, sevdalar, arkadaşlık ve dostluklar da böyledir. Asla ayrılmayız dediğiniz arkadaşlarınızla yıllar geçince sadece (şansınız var da aynı şehirdeyseniz) kuru birer merhabalaşırsınız. Yeni arkadaşlarınız, dostlarınız olur.

Sevdiklerinizle yollarınız ayrılır. Önce ortak zamanlarınız ölür. Arkasından ortak kelimeleriniz. Sürekli kadere direnen beyniniz bir müddet sonra kaderinizle işbirliği yapmaya başlar. Önce düşüncelerinizden silinir sevdalarınız, arkasından düşlerinizden rüyalarınızdan kaybolup gitmeye başlar. Şansınız varsa işte tam o sırada bir sarmaşığa tutunur gibi yine onlara tutunursunuz.

Bir arkadaşınızla dargınsanız, o mahalleden geçmezsiniz. Arkadaşınız kadar o mahallenin görüntüsü de anılarınızdan silinmeye başlar. Ortak eğlencelerinizden vazgeçmeye başlarsınız. Birlikte izlediğiniz diziler ilginizi çekmez, reytingleri düşer, birlikte dinlediğiniz CD'ler satmaz olur. Ortak dostlarla anlattığınız fıkralara artık gülemezsiniz. Kültürünüz, hayata bakış açınız değişir. Eskiler ufak ufak silinmeye başlar belleğinizden.

Kimi zaman kader sizi bir şehirden başka bir kente sürükler. Yaşadığınız çevre, gülümsediğiniz çehre değişir. Günümüzde iletişim araçları ne kadar yaygın olsa dahi haftada 1 mektup yazdığınız sevdiklerinize bir sms atamaz, bir telefon açamaz, bir maili çok görür hale gelirsiniz. Dostlar, arkadaşlar kader çizginizden yavaş yavaş silinir.

Hayata dair yaşadığınız sıkıntılar size silgi kullanmayı öğretir. Yaşadığınız hüzünleri ve gözyaşlarını bir müddet sonra bırakır, yavaş yavaş acılarınızın ufukta kaybolmalarını izlersiniz. Hatta bu acıların kaybolduğunu görüp, bilmek bile ayrı bir hüzün sebebidir.

Aynı kafede çay içmez, aynı sokağı adımlamaz, aynı marketten alışveriş etmezsiniz. Böylece Mevla yanlışlığınızı da yalnızlığınızı da onaylar. Artık kaderiniz sizin belirlediğiniz yolda yaman bir ayrılık çizerek sizi hızla sevdiklerinizden uzaklaştırır.

Zaman zaman geçmişe dair hayaller, beyninizin sığınaklarından hüzün dalgaları olarak yeryüzüne çıkmak için isyan etse de bir gün bir yerlerde karşınıza kimi, neyi nasıl, neden çıkaracağını yine Mevla bilir. Herzaman her şeyi bildiği gibi. Apansız bir rüyadan, kâbustan kan ter içerisinde uyanırsınız; bakarsınız herkes her şey yerli yerinde.

Derin bir ----- Oh! çeker rahatlarsınız. Ya da hayretler içerisinde yaşadım sandığınız her şeyin zaten bir rüya olduğunu anlarsınız. Bakarsınız şeytan almış götürmüş, satamamış getirmiş, bakarsınız yemiş, içmiş bitirmiş.

31 Ocak 2010 Pazar

Herşey tam vaktinde

ERKAN BAL

Dakika şaşmaz aslında... Tüm şairler yalan söyler, sen onlara inanma e mi..
Vaktinde.. Her şey vaktindedir işin esasında, sadece siz insanlar zamansız sanırsınız. Oysa Tam vaktindedir her şey.

ne vaktinden önce geliriz biz bu dünyaya,
ne de sonra başlarız hayata
herşey tam vaktindedir işin esasında
şaşmaz bir titizlikle farkında olmadığımız zamanı yaşarız eğip, bükmeden....

vaktinde başlarız hayata,
ve biter hayat tam vaktinde işin esasında
geç kaldığınız tren vaktinde kalkar
tehir yapan da tam vaktinde ayrılır perondan
ben sana geç kalmam, sen bana erken değilsindir
her şey yazıldığı gibi vaktindedir ve ne yazdığını sadece kader kalemiyle yazan bilir...

kırmızı ışık vaktinde yanar
kırmızı ışıkta geçtiğinde olan kaza da vaktindedir.
kaç nefes alacaksak, kaç gülümseme,
kaç damla gözyaşı, gözümüzden ne zaman düşecek bellidir.

İnsan Ana rahmine düştüğü gibi belirli bir vakitte
ikinci anası olan toprağa ne zaman düşecek bellidir...
ve doğumun gibi ölümün de tam vaktindedir...

O yüzden ne dünü, ne yarını
anı yaşamalıdır insan
vaktinde...