makaleler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
makaleler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Mart 2012 Pazartesi

Ey oğul tadında monologlar


I

Bak oğlum, her şey kâğıda, kaleme gelmez bu dünyada
bazı şeyleri aklına, bazılarını yüreğine, bazılarını da kâğıda yazmalısın.
Ama hangisi nereye yazılmalı buna sen düşünüp, karar vereceksin.

II

Aşk dengesiz bir ruh halidir. Peki, nasıl yaşar dengesiz insan?
Hepimizin yaşadığı gibi işte, yuvarlana yuvarlana, bir rüzgârın önünde sürüklene sürüklene.

Denge insan hayatında ideal olandır ama söz konusu aşksa bu olasılık tıpkı enflasyonun sıfır olma ihtimali gibidir yani oran asla sıfır olmaz. Âşıkların terazisi ortada asla durmaz.

Durursa durağanlık olur, aşk nadasa girer belki, belki de ölür.
Bu yüzden aklı olup, cesareti olmayanlar aşkı sevgiye dönüştürüp yoluna tatlı geçim modunda devam ederler ama o tadı asla bir daha yakalayamazlar.

Sen şunu bileceksin; aşk, her zaman inişli çıkışlı ve yıpratıcıdır ama tadı biraz da zaten o iniş çıkışta, o hüzünde, hezeyanda ve acısındadır...
Özetle, bu sevdada canının yanmasından korkuyorsan sevmeyeceksin.

III

İş bana kalsa çoktan ölürdüm dedim  önce kendime. Sonra ne tutundurdu hayata diye sordum, vadesi gelmemiş borç çeklerinden başka cevap bulamadım önce.
Bir de Allah korkusu. Hani kabahat işlerken unuttuğumuz ama canına kıyınca sonsuza dek hesabını verememekten korktuğumuz şu fani hayatların asıl sahibine olan sorumluluk.
Sonra sevdiklerimi düşündüm, onlar için yaşamanın gerekliliğini ve sonra da kendimi en sonra da şöyle bitirdim öykümü "egoist olmamak güzel ama hayatı hep başkaları için yaşamayın, biraz da kendiniz için de güzelleştirin"


..sürecek

20 Haziran 2011 Pazartesi

Babalar günün kutlu olsun Adem


Dünyanın en büyük sevdası bana göre Âdem’le Havva'nın sevdasıdır. Öyle ki, dağlar diz çökmüş önünde ve özlemle çığlıklar öyle uzaklara ulaşmış, kolay mı cennetten kovulmak yasak meyve için

İki yarım elmanın sevdası bu, o kadar uzak kalmışlar ki âdemle Havva. Kavuşmadan yaşadıkları acıyı şöyle bir düşünmek lazım. O kadar yakın hissedip de dünyada yapayalnız olmak kolay şey mi. tüm evrene örnek bir sevda bu.

Kıtalar aşıp koşup gelmişler, dünyanın ilk zamanları, canavarlar, vahşi hayat ve yapayalnız iki kişi. Birbirlerini aradıkları ve ağladıkları günler neredeyse 60 yıllık insan ömrüyle ifade edilmiş. Onlar dünyada yalnızlığı o kadar acı hissetmişler ki, kendilerinden öte hiç kimsenin olmadığı bir yalnızlık kasıp kavurmuş yüreklerini.

Kendilerine benzeyen sadece iki can, başka hiç kimsenin olmadığı bir dünyada inanılmaz bir şey. Şahsen ben bu sevdaya sevdalıyım, bu aşka vurgunum. Birbirlerinin dert arkadaşı olmuşlar, can yoldaşı olmuşlar ve dünyaya insanlığı armağan etmişler bu sevdayla.

Size bu babalar gününde anlattığım sevda âdem ile Havva’nın sevdasıydı. Romanlarda aşk diye yazılmayan bir öykü. Sadece karikatürlerde kalmış bir bakış açısı var insanlığın bu sevdaya bakarken. Oysa onlar ötekinin eksikliği ilk defa tatmış insanlar, iki yarımı delice hissetmiş, delice öteki yarısını aramanın ne demek olduğunu yaşamış ilk iki can onlar.

Yaman sevdalanmış, Havva anneme, iyi ki sevmiş, iyi ki sevişmiş. İyi ki bu dünyayı bizlere, bizleri bu dünyaya armağan etmiş. Binlerce teşekkürler tanrım insanı, insanlığı yarattığın için. Çok teşekkürler Âdem babacığım, Havva annemizi ve bizleri sevdiğin için.

Ver elini öpeyim, babalar günün kutlu olsun...

3 Mayıs 2011 Salı

Sıfırdan başlama hakkı




Kimilerimiz hayata şanslı başlıyor kimilerimiz ise futbol deyimi ile 1-0 mağlup başlıyoruz.

Geçenlerde oğlum en azından ‘Sıfırdan başlama hakkı olmalı her insanın‘ dedi. Üzerinde düşünülmesi gereken bir söz dedim kendi kendime ve düşündüm. Şanslılarımızın geçmişten gelen bir takım zenginliklere sahip olduğu, sağlık, sıhhatinin yerinde olduğu, iyi bir işi, iyi bir evliliği ve güzel çocukları olduğunu düşünebiliriz. Yenik başlayanlarımızın ise sırtlarında bir borç yükü ile doğdukları, hayatta özendikleri bir çok şeye kavuşamadıklarını, daha iyi koşullarda yaşamak, daha iyi koşullarda yiyip, içmek, eğitim görmek gibi isteklerine kavuşamadıklarından yakındıklarını görürüz.

Oysa hayatın çok daha dramatik imtihanları vardır insanlar için. Hepimiz bizden daha kötü durumda olan insanları düşünüp, kendi durumumuza şükredebilmeliyiz.
Belki bir otomobiliniz olmayabilir, ancak ne doğumdan ne de daha sonra oluşmuş bir özrünüz yoksa hayat size torpil geçmiş demektir. Söyleneni anlayabiliyor, kendi ihtiyaçlarınızı giderebiliyorsanız; şanslı insanlar içerisinde sayabilirsiniz kendinizi.
Maddi düzeyiniz ne olursa olsun, başınıza gelecek bir kaza kaderinizde dönülmez çizgiler oluşturabilir. Eksik bir parmağınız veya fazladan 6ncı parmağınızın olması bile sizin dünyanızda paranın sağlayacağı huzurdan çok daha derin yaralar açabilir.

Zengin saydığımız bir çok insanın nasıl evlat hasreti ile yandığını düşünen 3 çocuklu fakir bir ailenin fertleri de asıl zengin olanın kendileri olduğuna hükmedebilir.
Rahmetli Sakıp Sabancı’nın özürlü çocuğunun yüzüne bakıp nasıl içinin eridiğini, fabrikalarında çalışan kaç işçi kardeşimiz hissetmiş olabilir acaba?

Hayatın insanı hem fakirlik, hem hastalık, hem özür, hem kaza ile sınadığı zamanlardan Yüce Mevla’ya sığınmak lazımdır. Gerçekten bir insan için en zor olan belki de hem hastalık, hem özür, hem de fakirlik ile boğuşuyor olmak, sevdiklerinin gözünün önünde eridiğini göre göre bir şeyler yapamamanın ızdırabını yaşamaktır. Rabbim her kulun imtihanını ayrı yazmış olsa da böyle dramatik alın yazılarından, taşıyamayacağımız yükler ve büyük imtihanlara muhatap olmaktan bizi korusun.

Sosyal devlete düşen görev işte bu konumdaki insanlara hepimizin ortak eli olarak hizmet götürmek, o kişilerin hem ruhuna, hem ekonomik durumuna katkı sağlayacak en iyi desteği vermektir. Çaresiz hastalıklara düşenlerimizi, başına olmadık kaza gelenlerimizi fert olarak kucaklamaya yetmediğimiz durumlarda sosyal devlet olmazsa olmazımızdır. Devletten malımızı, canımızı, namusumuzun bekçisi olmasını bekler, hasta olduğumuzda, çaresiz kaldığımızda elimizden tutmasını ve bunu doğal bir görev olarak yapmasını bekleriz.

Bu yüzden Türkler devletsiz kalmamış ‘Ya devlet başa, ya kuzgun leşe’ diyerek kendi siyasi görüşü ne olursa olsun devletine sahip çıkmıştır. Onun için severek askerlik yapar, elimizden geldiğince vergilerimizi öder ve devlet malını korur, kollar gözetiriz.

Son yıllarda gördüğümüz kadarı ile birileri ne millete, ne devlete acımadan hırsızlığın saltanatını yaşamışlar ve şimdi birer birer yargı önüne çıkmaktalar. Hergün bir yerlerden usulsüzlük çetelerinin haberlerini duymaktayız. Öyle ki bu çetelerin ergenekon çetesinden tek farkı silah çekip adam vurmamaları…

Devletin malını çalıp yiyenler, bu milletin fakirinin, yetiminin malını yediklerini ve yedikleri dünyada yanlarına kar kalsa bile öbür dünyada burunlarından fitil fitil geleceğini unutmamalılar… Tüyü bitmedik yetimin hakkı kolay yutulan bir lokma gibi gelse de gün gelir adamın boğazına durur…

30 Nisan 2011 Cumartesi

az brüt . NET öğütleri



***İnsan Hatalarından ders çıkarabilmelidir. bilhassa internette ***

1- Ne verirsen onu alırsın diye bir kural olduğunu asla unutma.

2- yüzüne girdikleri kapıyı kapatan kişilere bunu ne hakla yaptıklarını sor ve o kapıdan bir daha girmek isterlerse sorun olabilecegini hatırlat.

3- kişi kınadıgı başına gelmeden ölmezmiş kör gözlere ayna tut. Bu hatayı onlarda yaptıklarında göster en başta da kendine.

4- Sana bir şey öğreteni hürmetle an, bu nette bile olsa bir jawa aplletin 40 account hatırı vardır.

5- Sanal olmadığını sananlara karşı yüreğini az katı ve temkinli tut.

6- Kedi yavrusunu yiyecegi zaman fare sanırmış her şeyin bi bahanesi bulunur aman dikkat et.

8- Affetmeyi bilmek erdemdir, eğer karşındaki insanlar özür dilemeyi biliyorlarsa.

9- Çocuk yüreği taşımanın saygıda kusura mazeret olmadığını insanlara anlat.

10-Hata yapmamak mümkün değilse, gerektiğinde hatalarını düzeltmek için silgi kullanmaktan çekinme, sileceğin kendin bile olsan.

11-Herkese anlayacağı dilden konuş ama anlamayanla fazla uğraşma insanlara istemedikleri birşeyi onlara rağmen veremezsin.

12-Zaman en iyi öğretmendir. Unutma bedava harcanacak en son şeyin zamanın olsun.

13-Haklıysan ama öfkeni kontrol edemeyeceksen sus öfkeni aklının önüne geçirme.

14-Arada hatalarını düşün en başta Tanrı'dan sonra insanlardan özür dilemeyi bil.

15-Özür dileyecek hata yapmamak isteyenlerin kendi hatalarını hata saymamak gibi büyük bir hataya düşebileceklerini de göz önünde bulundur.

16-Söz gümüş ise sükut altındır ya hayır söyle ya sus. Bilirsen söyle ibret alsınlar:)

17-Duygularını ve insanları karıştıranlara dikkat et kendi canları ile birlikte senin de canını yakabilirler.

18- Kazaların .net (iletişim kazası) olanlarından sakın. Ağrımadık başına dert alırsın.

19-Bir musibet bin nasihatten iyidir deselerde inanma bir öğüt de sen yaz:)

ERKAN BAL

Not: 9 yıl önce yazılmıştır....

7 Ekim 2010 Perşembe

Ey oğul tadında monologlar - II




I

Ey oğul, sevmek denilen şey, bir çeşit gönüllü kölelik değildir.
Mutlaka çiftler tarafından hayatta yapılabilecek fedakârlıklar vardır. Ancak sevmek her iki kişi tarafından da hayatta karşılaşılan zorluklarda diğerinin yanında yer alabilmek, ben senden yanayım, bizden yanayım seni istiyorum, bizi istiyorum diyebilmektir. Bu yük tek kişinin taşıyamayacağı kadar büyük ve tek taraflı taşınması manasızdır.

II

İki insan arasındaki alınganlıklar gerçek dünyada genelde kolayca çözülür. Ancak gerek sanal âlemde, gerek iletişimin aracısız yapılamadığı telefon, bilgisayar, mail gibi yöntemlerde zaman zaman yanlış anlaşılmalar, kırılıp dökülmeler olması doğaldır.

Bu yüzden eş, dost sevgili ve değer verdiğiniz arkadaşlarınızla sorunlarınızı telefonda, msn'de, mailde veya üçüncü kişiler yoluyla değil, ne olursa olsun yüz yüze çözmeyi deneyin. Hatta bu konuda birbirinize söz verin, yeminleşin.

III

İnsan ne kadar kuşkucu olursa olsun, ötekine güvenmek istiyor. Beynini kemiren karıncaları unutarak koyverivermek istiyor yüreğini.

Arkadaşım, dostum, yârim, yarenim dediği insanlara kuşkuyla yaklaşmak istemiyor. Bir teslimiyete dünden razı oluyor. Çünkü aradığı esas şey; sevilmek. Huzur ve mutluluk da var belki ama aslolan sevmeye, sevilmeye duyulan inanılmaz açlık hissi.

Bu yüzden çoğumuz bir tatlı sözü duymaya dünden razı, bu yüzden yüreğimiz, hep deniz kıyısında suya indirilmiş bir yelkenli gibi hazır beklemekteyiz. 

Bu yüzden onca sözün içinde inci tanelerini  toplar gibi güzel sözleri görüp, kapılıveriyoruz. Kelimeler kifayetsiz kaldığında ise HAL’E bakıyoruz. Sözlerden çok daha anlamlı olan davranışlar büyülüyor bizi.

Bu yüzden işini iyi bilen avcılar güzel sözlerin yetmediği yerde, güzel jestlerle avlıyor yüreğimizi. Çünkü biz av olmaya çoktan razıyız.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Referandum sonuçları üzerine bir analiz


Politik yazılar yazmayı sevmiyorum. Bu fikirsizim demek değil ama neticede toplumu geriyor, kutuplaştırıyor bu tip şeyler. Hepimizin farklı düşüncelerde, farklı siyasi görüşlerde olması doğal ve demokrasinin de gereği…

Referandum sonuçlarını kestirmeye çalışarak yazdığım yazıda neden “evet” çıkacağına dair öngörülerde bulunmuştum. Şimdi dilerseniz neden evet çıktığına dair birkaç şey söyleyeyim.

1-Hayır’cı kesim ısrarla olayı Tayyip karşıtlığına dayandırdı oysa adamın zaten iktidar partisi olarak ciddi bir oyu ve hatta kendi partisinden daha fazla oy potansiyeli vardı. Dahası çok akıllıca bir şekilde olayı bizimkiler demeden demokrasi isteyenler ve darbeciler eksenine oturttu başbakan ve samimi ya da değil birçok kesimi kendine inandırdı

2-Ana muhalefet partisinin hala ne kadar geriden geldiğinin, ilerici olması gereken bir partinin hem düşünce olarak hem de teknolojiyi kullanma becerisi, iş takibi, parti disiplini olarak ne kadar geride olduğunun göstergesi “genel başkanlarının oy dahi kullanamamasıdır” bu hafife alınacak bir şey değildir. Hele bir gazete bu konuda uyarmışken tam bir rezalettir bence.

3-Kendine aydın diyen halkı küçümseyen bir sol düşünülemez. Ama bizim ülkemizde olabiliyor ne yazık ki. Kendi seçmenine koyun diye hakaret eden. Oyunu satıyor diye aşağılayanlar, gerek yenilgiyi baştan kabullenmiş agresiflikleri ile gerek ne kadar gelecek kaygısı taşısalar da elitist yaşam tarzlarından taviz vermeyerek bu kampanya için çalışmak yerine sövüp saymayı tercih ettiler. Birçok insan onlara kızarak, bu söylemleri kendine ve yaşam tarzına hakaret sayarak “evet” oyu verdi belki de.

4-Ne kadar iktidar partisini bölücülükle suçlarlarsa suçlasınlar tüm partilerin başbakanın Türkiye’nin her yerinden oy aldığı gerçeğini görmesi gerekir. Bundan sonraki siyasi çizgilerine bu partiyi iyi inceleyerek yön vermeleri gerektiği kanısındayım. Ayrıca özellikle yıllardır kökleşmiş bazı kurumların yarı siyasi tavır almaları, bir takım davalarda tutuklananların bir şekilde Ali Cengiz oyunlarıyla arka kapıdan salıverilmeleri, bu kurumların ıslah edilmesi gerektiği yönünde bir görüş oluşmasına ve halkın buna destek vermesine yol açmıştır. Bundan sonra siyasi partilerin devlet kurumlarından medet ummayı kesmeleri, bu etkinin halk nezdinde ters teptiğini görmeleri gerekir.

5-İşin belki de görülemeyen ve hala görülmemekte ısrar edilen tarafı ise ülkemizde aydınlığı, ilericiliği, özgürlüğü savunmanın Akp’ye kalmış gibi gözükmesidir. Bu ilerici olduğu iddiasındaki sol düşünceyi temsil edenler için utanılması gereken bir şeydir. Dilerse bu iktidar partisinin bir oyunu olsun, üzerinde durup düşünülmesi gereken kendi algılarımızdan çok davranış biçimimizdir. Demokratik davranış biçimini benimsemek ve daha fazla özgürlük istemek bir sağ partiye bırakılmayacak kadar önemli bir iştir.

6-Ve hiçbir zaman unutulmaması gereken demokrasilerde halktan kopuk siyaset yapılmaz, halk küçümsenmez, halk aşağılanmaz. Koyun diyerek, göbeğini kaşıyor diyerek hafife alınmaz. Alanların aldığı sonuçlar da ortadadır. İşin kötüsü bence iktidarın temsilcilerinin zaman zaman sergiledikleri davranışlarda bu bakımdan çok iç açıcı değilken halkımız iki kötüden birini iyi diyerek seçmiştir. Hem de açık ara farkla.

7-Partiler bazında olaylara bakmıyorum ama MHP’nin de DTP’nin de şapkalarını önlerine koyup artık ırkçı söylemlerin fayda etmediğini, toplumun barış ve kardeşlik istediğini görmeleri gerekir. Ayrıca MHP cezaevlerinde vaktiyle en az solcular kadar çile çeken eski ülkücüleri görmezden gelmekle ne kadar hata ettiğini umarım anlamıştır.

Sonuçların ülkemiz ve geleceğimiz adına hayırlı olmasını diliyorum.
Saygılarımla

7 Eylül 2010 Salı

Sevgi dolu bir bayram dileği


sevmek denilen şey
bir çocuğun çikolatayı sevmesi gibi birşey değildir.
o zaman ağlayan birine sarılamazsın,
derdine anlatırsa dinlerken canın sıkılır.
kızarsa sakinleştirmeye uğraşmazsın.
hata yaparsa affedemezsin.
sevmek bir bütünü sevmektir
bölüp parçalayamazsın.
 ERKAN BAL
:)

( * ) hepinize sevgi ve mutluluk dolu bayramlar dilerim.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Yaşadığınız bu hayat size armağandır. Ben de öyleyim.



Bu dünyaya gelmemiz başlı başına bir mucizedir. Onca sperm içinde en şanslısı olarak yumurtaya ulaşırsınız. Anne karnında büyümeniz, doğmanız ve ilk aldığınız nefes de başlı başına bir mucizedir. İnsan yavrusu canlılar içinde en savunmasız olandır. Büyümesi, ayağa kalkıp yürümesi yıllarını alır. Vahşi hayata bırakılsa neredeyse sıfır yaşama şansı vardır.

Oysa bu küçük canlı kısa sürede inanılmaz gelişme gösterir. Fiziksel gelişiminden daha hayret uyandırıcı yanı zihni ve bunun sayesinde bedenine hükmetmesidir. Herhangi bir özrü yoksa yürümesi, el kullanma becerileri, zekâsı, konuşması, düşünsel gelişimi hep mucizevîdir.

Bizzat kendisi ailesi için bir armağandır. Bu dünya için bir armağandır. Başkalarının hayatına girecektir, sevecek sevilecektir. Onlar için armağandır. Yazılmış bir kaderi olsa da yaşamının her anında insiyatif kullandığını hissedecek. Tanrının kendine verdiği eşref-i mahlûkat gücünü hayatının her alanında kullanabilecektir.

Birey olduktan sonra da olmadan önce de, sevinçleri, mutlulukları olacak, hüzünler acılar yaşayacak, bazen isyan edecek, bazen oturup ağlayacak. Kaderin ve kazanın başına getirdikleriyle iyi kötü bir ömür sürecektir.

Aşklar yaşayacak, sevilecek, şarkılar söyleyecek, dans edecek. Tanrıya yaklaşıp ibadet edecek veya uzaklaşıp isyana sürüklenecektir. Ama ne olursa olsun başka hiçbir canlıya nasip olmayan bir şeyi. Bilinci, duyguları ile düşünecek, haz alacak sevinip üzülecektir.

Hiç kimsenin kaderi birbirine uymayacak ama herkes kendi yaşadıklarını en iyi ve en kötü sanmaya devam edecektir. Bizzat kendisi yaşayarak görecektir ki insan sosyal bir canlıdır. Topluluk haline geldikten sonra her ne kadar içimizde ötekileştirme eğilimi artsa da başkası olmadan yaşayamadığımızı görüp, birlikte yaşamanın ve hayatı paylaşmanın tadını da alacağız.

Zamanla yaşadığımız her şeyin ve bizzat şikâyetçi de olsak bu hayatın bize verilmiş bir armağan, bir şans olduğunun farkına varacağız ve dudağımızdan şu cümleler dökülecek…
-Bu hayat bana verilmiş bir armağandır. Bu hayat size verilmiş bir armağandır. Ben de öyleyim.

Evladınızdım. Doğdum sevip okşadınız, yüreğinize sevinç, mutluluk oldum. Büyüdüm hastalandım üzüldünüz, şefkat ve merhametinize vesile oldum. Üzdüm sizi kırdım incittim sabrı öğrendiniz sayemde. Belki benden kötülük gördünüz ama sevabını Mevla’dan beklediniz. Size ödül de ceza da ben oldum ama hayatınızı doldurdum.

Bazen annenizdim, sevip bağrıma bastım, bazen babanızdım sevip okşadım. Sevgiliniz oldum. Size şiirler yazdım, öyküler, masallar anlattım. Yerden alıp göğe fırlattım. Sizin için gözyaşı döküp, ağladım. Kelimeleri zincir zincir, ilmek ilmek birbirine bağladım.

Hasta ruhlarınıza şifa oldum bazen. Bazen kendi ruhumun hezeyanları ile sizi üzdüm, sınadım, sınandım. Klavuzunuz oldum çoğu zaman. Bir yerden bir yere götürdüm. Sevdiniz yeni ulaştığınız durakları. Bazen yoldan çıkardım, pişman oldunuz, tövbenize vesile oldum. Bazen günahlarınızın, bazen tövbelerinizin bazen de birlikte uçsuz bucaksız, uçuk kaçık veya ulvi-süfli sohbetlerinizin arkadaşı oldum.

Hayatı veya bir anı paylaştık sizinle. Belki kırmızı ışıkta karşılaştık. Belki sinemada, tiyatroda belki aynı otobüs koltuğunda yan yana yolculuk ettik hiç birbirimizi tanımadan. Belki size bir nane şekeri uzattım. Belki sigaranızın dumanı öksürttü de sizi azarladım.

Belki de karşılaştık kim bilir. Olmadık bir yerde olmadık bir zamanda, olmadık bir satırın, olmadık bir hecenin, olmadık bir cümlenin içinde. Selamlaştık, tanıştık, konuştuk sevdik birbirimizi. Gözyaşı döktük, öfkelendik, kızdık. Birlikte zamanlar tükettik. Hasta olduk, uykusuz kaldık. Birlikte gülüp, birlikte ağladık. Kısa yada uzun zamanlar paylaştık.

Belki dedeniz, nineniz oldum sonra ya da hiç kimsesizdiniz kimseniz oldum. Sizle birikimlerimi paylaştım. Hayat tecrübelerimi.
İnsanlığın güzel yanı biraz da bu belki. Ölümlü olsak da kendimizden bir şeyleri gelecek kuşaklara aktarmak istiyoruz. Çırpınıyor paylaşıyoruz.

Ey! insanlar unutmayın. İçinde yaşadığınız bu hayat size bir armağandır. Bütün zorluk ve sıkıntılarına rağmen öyledir. Ben de öyleyim. Kıymetimi bilin.

(*) Not: herkes bizzat kendisini buradaki BEN yerine koyabilir.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

İçimizdeki renkler / Yeşil (son)


Eteğinin ucuna tutunup, başının tacı olmuş sarmaşıkların rengiydi yeşil. Bir de gözleriydi batıda gülümseyen, doğuda ağlayan kadınların. Kötülüğü bilmeyen, gücü sadece sevgiden aldığına inandığın günlerin güzelliğiydi yeşil.

Oysa silahın örtüsüydü aynı zamanda yeşil, hain pusulara düştüğünde dost diye kapını çalan, güvendiğin insanların da rengiydi yeşil. İsyana kalkıp, camilerin kubbesinden, hainlerin takkesi olmaz dediğin renkti aynı zamanda yeşil.

Sana, senin kıymetini bil derken dilimde biten tüyün rengiydi yeşil. Ben seviyorsam senin var olma bahanendi yeşil. Baktığım gördüğüm yerlerde çekinip sana selam veremeyişimin rengiydi yeşil. Öfkenin, isyanın, sivri dilinin ve gözü karalığının rengiydi yeşil.

Tenine giymeyi sevdiğin elbisenin, yetimlere yardım eden elinin rengiydi yeşil. Sana uzattığım gülün dalıydı yaprağıydı yeşil. Hayatı hep elinde tutan bir varlığın armağanıydı dünyaya yeşil. Çıktığı kabuğu beğenmeyen civcivler gibi, kızardığında aslını inkâr eden olmamış tüm meyvelerin asıl rengiydi yeşil.

17 Ağustos 2010 Salı

İçimizdeki Renkler / Yeşil-1


Bastığınız çimenlerin rengiydi yeşil. Sizin farkında bile olmadığınız çoğu zaman. Bir de öldüğünüzde üstünüze örtülen örtünün rengi. Hani topraktan gelip toprağın koynuna giderken, medeniyetimin rengiydi yeşil.

Tevazunun, ağırbaşlığın sakinlik ve sadeliğin rengiydi. Oysa hayatın ta kendisiydi aynı zamanda. Güneşin sarısı ile göklerin mavisi kavuşturan, fotosentezin. Gördüğümüz her çiçeğin asıl dal ve yaprağının rengiydi yeşil. Ara bir renk olmasına rağmen işin özüydü yani.

Boynunu bükmüş çiçeklerin yaprağıydı, dalıydı yeşil. Senin içindeki buruk gülümsemenin. Kadere bakıp keşke demişliğin, sonra boyun eğmişliğinin rengiydi yeşil. Umut dolu çocukluğunun, erken gelmiş yetimliğinin rengiydi yeşil.


Ördeklerin başıydı hani yanık türkülere söz, elişlerinde oya ve nakış olan. Beyazdan önceki rengiydi camın. Her şeyi uluorta açık etmeyen, içinde hep bir söylenmemiş sır saklayan.

Annenin yemenisi, ablanın eteği, belki senin saçlarının tokasıydı kimbilir. Elbisenin fiyonku, altına salıncak kurduğun çam ağaçlarının rengiydi yeşil. Belki piknik sepetindeki plastik tabaklarında rengiydi. Bahçede kopardığın dallarda erikti yeşil.

Prens olsun diye öptüğün hayırsız kurbağanın. Bahçende bir umutla aradığın dört yapraklı yoncanın rengiydi yeşil. İçimizde yeşeren umutların ve bir o kadar boynu bükük bıraktığımız duyguların rengiydi yeşil.

(sürecek)

15 Ağustos 2010 Pazar

İçimizdeki Renkler / Kırmızı-3 (son)


Bahçemde gülümsün dedim ya ilk kez sana. Bana böyle şeyler söyleme alışırım derken gülümseyen dudaklarındı kırmızı. Al gülüm, mor gülümdün ya sen. Hani güle bakan çok olur, sana kimse bakmasın diye değen nazarıma muska, tenimden nazar boncuğundu kırmızı.

Masamızdaki vazoda gül, eline batan diken. Senden ayrı gecelerin kahrolası kızıllığıydı kırmızı. Yaşarken ölümün rengiydi. Bir bıçağın ucundaki kan, bir şarapnel mermisi, gözü yaşlı yetimlerin gözyaşıydı kırmızı. Bir kez olsun güldüremediğim kaderin. Buruk gülümsemenin altında söyleyemediklerindi kırmızı.

Elime, bunu bensiz oku diye iliştirdiğin defter, içinde boynu bükük satırlar. Ayrılığa çoktan razı olmuş sessizliğin, kalabalıklar içinde kimsesizliğin, gözlerime bakıp: gitme kal, beni bırakma deyişin, içimizde bir anlık yokluk ateşinin rengiydi kırmızı.

Bütün trafik ışıkları, durup sakin olmamı söylerken, elimi belaya davet eden, seni kıskanmanın rengiydi kırmızı. Bugün alıp başımı kendimden bile uzaklara giderken, yanımda hep seni görebilmenin rengiydi kırmızı.
(yakında yeşil)


14 Ağustos 2010 Cumartesi

İçimizdeki Renkler / Kırmızı-2



Kanayan dudağımdaki garip tattın seni ilk gördüğümde. Düşmüş müydüm yoksa dudaklarımı ısırmaktan mıydı bilinmez ılgıt ılgıt gelişin.

Kanımın rengiydin hani. İlk öyle görüp öyle sevmiştim seni. İlk başım öyle dönmüştü. İlk kan öyle tutmuştu kırmızılığında.

Kırmızıydın. Uykusuz gecelerde ağlarken al al olan gözlerim sendin. Kırmızıydın. Öfkemin ve öfkenin rengiydin. Matadorun elinde kan rengi bir mendil gibiydin.

Gördüğümde gözlerimi döndüren, rüyalarımda uykumu bölen, yarım kalmış bütün cümlelerimi, eksik bütün kelimelerimi tamamlayan renkti kırmızı.

İçindeki renkleri soruyordum ya hani sana. Hiç boyanmamış saçının rengiydi kırmızı. Selvi boylum, al yazmalımdın düşlerimde, yine kıpkırmızı. Kırmızı başlıklı kız masalındaydık hani ikimiz. Külkedisiydin ya, ayakkabının tekiydi kırmızı.

Hiç giymediğin elbisen, dudağına hiç sürmediğin ruj, parmağındaki ojeydi kırmızı.

(sürecek)

12 Ağustos 2010 Perşembe

İçimizdeki Renkler / Kırmızı -1



Kırmızı senin deli yanın. Kanıma kast ettiğin yanın. Dişini etime geçirdiğin, yüreğimi yakıp tutuşturduğun yanın. Kırmızı senin ateşli yanın.

Bir çocuk gibi benimle oynayıp, canını yaksam bile inatla acımadı ki diyen gözü kara yanın. Kırmızı senin dudakların. Kırmızı senin al yanakların. Kırmızı senin hüzünlü gecelerde beni şaşırtan siyah ısmarladığın geceliğin. Kırmızı senin masum ve uslu olmaktan usandığındaki eğlenceliğin.

Kırmızı günün batışı ve doğarken ışıması yeni günün. Kırmızı üstüne sünger çekilmesi dünün. Kırmızı, senin ilham veren baş döndüren, genç diri ve göz alıcı yanın. Kırmızı canın, kanın.

Kırmızı, senin belalı ve öfkeli yanın. Kırmızı, senin başımda sevdayı duman olup tüttüren yanın. Kırmızı uykusuz gecelerde kan çanağına dönmüş ağlamaklı gözlerin. Kırmızı, senin can yakıcı sözlerin.

Elma kırmızı, nar kırmızı ve dudakların kırmızı. Çok sevmesen de parmağına da ayağına da üstüne de yakışan bir renk işte, biliyorsun. Dikkat çekici olduğu kadar iç gıcıklayıcı bir renk, tonları içinde bir ahenk kırmızı.

Hani, kırmızı çizgileri oluyor ya bazılarının. Oysa benim ihlal etmeyi en sevdiğim yasaklı yanın kırmızı. Neredeyse meyveye durmuş ağaçların tüm meyveleri kırmızı. Çilek, elma, kiraz, say işte sen de say biraz. Kırmızı işte her yer, al kırmızı, can kırmızı, kan kırmızı.

Kırmızı, içimizdeki kanın ve canın rengi. Ateşleyici, ivme kazandıran, harekete geçiren, tutuşturan bir renk. Kırmızı sana söylenmiş mahrem kelimelerim, yaz sıcağında üstü açık cümlelerim kırmızı.

Başlarken yeni bir güne, sen kırmızı, ben kırmızı, ten kırmızı (sürecek)

7 Ağustos 2010 Cumartesi

İçimizdeki renkler / Siyah-5


(son)
Sen de en az benim kadar ön yargılısın dedi siyah. Siyah olan benim kaderim. Yoksa ben de bilirim başka renklerin ışıltısını. Gözlerimin karanlığında hiç mi başka renk yok sanıyorsun?

Ne renkler söndü o gözlerde, ne acılar yüzünden sen biliyor musun? Üstüme yakışan sadece matem siyahından elbiseler mi sanıyorsun? Be hey aptal adam.

Evet, cehennemin ateşi de siyah ama Kâbe'nin örtüsü de. Katillerin, hainlerin dolaştığı geceler hep siyah ama gökyüzünde yıldızların asıldığı geceler de. Sen beni karanlık görüyorsan neden seviyorsun o zaman? En karanlık halimle bile sevmedikten sonra bana seni seviyorum demenin anlamı ne?

İyi gün dostlarının dostluklarından farkı ne ki senin yüreğindeki sevdanın? Ben sana güvenip yüreğimin dehlizlerini açtım diye, beni mahkûm mu edeceksin? Bir idam fermanı gibi boynumda asılımı mı duracak paylaştıklarım. Beni böyle sevmeye, sevmek mi diyorsun sen?

Dondum kaldım öylece.
Haklıydı siyah. Geceyi gündüze örtü yapan elbette siyahı da beyazdan ayrı ve sebepsiz yaratmış olamazdı. Kader denilen şey hepimiz için aynı yazılar yazmıyordu ne yazık ki. Bazılarımız bu konuda daha şanslıydı ve şükrümüz bir o kadar azdı.

Gözü kapalı sevmeliydim siyahı, öyle de yaptım bir süre sonra.Yumdum gözlerimi ve sadece sevdim. Sevdim...

Ancak bazı hastalıklar bulaşıcıdır. Benim gözümü kör eden ışıltılar, siyahın gözlerine de dokundu bir süre sonra. Bak dedi: şu Çingene pembesi ne kadar sırıtıyor, ya şu patlıcan moru, ya şu camgöbeği yeşili ne kadar itici. Sen bu renkleri nasıl taşıyorsun yüreğinde. Nasıl içine sindiriyorsun bunca çirkinliği nasıl, ha nasıl?

Sesi gök gürlemesini andırıyordu. Masmavi gökyüzü bir anda kapkara olmuş, şimşekler, yıldırımlar peş peşe üstüme geliyordu. Siyah bir müddet sonra kendi yarattığı yıldırımlardan gök gürültülerinden korkmuştu.

Yanıma geldi, bir çocuk gibi kollarıma sığındı. Biliyor musun dedi. Bakma esip gürlediğime ben yıldırımlardan, gök gürültülerinden çok ama çok korkarım.

Gülümsedim siyaha, saçlarını okşarken. Ben sana kara demem siyahım. Sen benden daha ak, paksın gözümde her zaman dedim. Gözlerimin içine sahiden mi? diye soran gözlerle baktı. Sahiden diye gülümsedim gözkapaklarından öperken. Sahiden!…

İçimizdeki her rengin kendince bir öyküsü var.
Dokunduğumuz her yürekte kanayan kandan nehirler akıyor. Kimi kıp kırmızı, kimi mor, kimi yeşil, kimi siyah. Tozpembe düşler kurmak, beyaz bulutların üzerinde uçmak, mavi gökyüzüne bakıp, doğan ve batan güneşin kızıllığına şiirler yazmak işin kolayı.

Oysa hayatın en zor ve en güzel rengidir siyah. Siyaha kanayan bir yüreğe kendinizden katacağınız renk ne olursa olsun, belki  ulaşabileceğiniz sevinç ve mutluluklar hiçbir zaman tozpembe olmayacak. Onun hep hüzünlü, alıngan ve kırılgan yüzü ile yaşamak zorunda kalacaksınız.

Ancak biraz gri, biraz kahverengi ile gerçekten mutlu olmayı başarmak istiyorsanız siyahı çok sevin. Çok ama çok sevin. Onun da sizi gerçekten çok sevdiğini göreceksiniz.

Renklerin içinde en gizemlisi, en asili ve en korkulanı: Seni sahiden çok sevdim, seviyorum, seveceğim. Biliyorsun değil mi?

(yakında : kırmızı)

İçimizdeki Renkler / Siyah-4


-sondan bir önce-

Her zaman 12'yi gösteren saatler gibi kendi doğruları vardı siyahın. Öyle ki, olmazsa olmaz ilkeler, bakış açıları. Çoğu asil, doğru şeyler ama bazen kendi gözünü kör eden, bana göre böyle deyip işin içinden çıkıverdiği. Başka yorumlara, saçmalama ne alakası var dediği doğrular.

Kendi aklına yatandan ötesiyle, işim olmaz diyerek gündeminden çıkardığı, sadece kendi bakış açısını doğru kabul ettiği, ya siyahtır ya beyaz dediği doğrular. Ancak, ben birisinin ona karşı pencereyi de göstermesi gerektiği kanısındaydım. Ne kadar can yakıcı olsa da sonuçları hiç hoş olmasa da, ona bunu söylemeliydim, bildirmeliydim. Yoksa benim dünyamda siyahın, siyahın dünyasında benim yerim kalmayacaktı.

Siyah ne kadar asil ve soylu olursa olsun gri ve kahverengiyi de öğrenmek, bilmek zorundaydı.

Çok sancılı bir süreç oldu siyahın sulandırılması. Biliyorum o asla kendi renginden taviz vermeyecekti. Ancak bu kadar siyah da bana ağır geliyordu. Nefes alamıyordum. Gözüm kararıyordu.

Siyahın bilmediği ara renklerdi. Oysa kahverengi ve griyi de kendi oluşturuyordu farkında değildi. Hayata sadece kendi penceresinden ve kendi doğrularından bakmak güzel olsa da her şey siyah ve beyazdan ibaret değildi bu dünyada.

Ama siyah bunu bilmiyor bilmek istemiyordu. Onun için doğru olan şey doğruydu ve başkalarına yanlış gelmesi önemsizdi. Aynı şekilde başkalarının doğrularının ona yanlış gelmesi durumunda da bunu siyahın kabullenmesi oldukça zordu. Yine de ona kapalı-açık ve aralık kapı formülünü anlatmaya karar verdim.

Bilinmez.
Belki vaktiyle başkalarının doğruları yüzünden çok üzülmüş de olabilirdi ama kendi doğrularının da başkalarının canını yaktığını görmesi gerekiyordu. Nasıl günışığının siyah ve beyaz dışında ayrışabilen yedi rengi varsa, başka insanların da iyi kötü zamanları, duruma göre değişen farklı algıları vardı. (sürecek)

6 Ağustos 2010 Cuma

İçimizdeki Renkler / Siyah-3


Güneşi ardına aldığında gölgesi uzayan, yakıcı sıcaklardan bunaldığınızda gölgesine sığındığımız tek renk siyah. Bazen onunla birlikte kaybolmak isteyeceğiniz kadar huzur veren, bazen gözlerine bakınca kaybolup gitmekten korktuğunuz bir renk. Siyah korkulacak ama çekici ve sevilesi, çok çok özel bir renk.

Siyah, konuşabilseydi çok şey anlatırdı bize eminim. Ama diline dokuz düğüm vurmasının da elbet bir sebebi olmalı diye düşündüm. Suskun bir renkti siyah. Sonrasında kaderine küskün bir renk olduğunu da öğrendim. Tıpkı hepimizin yazgısında okumak istemediğimiz sayfaların olduğu gibi.

Siyah bizim içimizdeki matemin rengiydi ve susmasını konuşmaktan iyi bilirdi.

Eğilip baktı yazdıklarıma. Çok şey yazmış, az şey anlatmışsın dedi baktıkça ürktüğüm sürmeli gözleriyle. Gözlerimi içimi delip geçiyordu.

Haydi dedi korkma, yaz. Söyleyemediklerini de söyle. Ne kadar hırçın olduğumu da söyle. Başka renklerin ışıltısına kapılıp gittiğin ve benden köşe bucak kaçtığın günleri de anımsa. Gece yanıma koşarken, gündüz beni göremediğinde aklındaki binlerce şüpheden de bahset. Bana nasıl bu kadar kızdığını da anlat.

Ya güneş doğmazsa diye nasıl korkuyorsun değil mi? Ağaçların yeşili, denizlerin mavisi, hayallerin pembesi, umudun sarısı, hepsi bir daha görünmez diye öyle korkuyorsun değil mi?

Oysa gün battığında sığındığın benim. Korkma ben gecelerden gündüzüne inmeyeceğim ama sen benden gitsen de daima gecelerin koynunda seni bekleyeceğim. (sürecek)

5 Ağustos 2010 Perşembe

İçimizdeki Renkler / Siyah-2



Hırçındı biraz siyah.
Dalgalı denizlere gözünü kırpmadan açılacak bir yelkenli kadar hırçın. Bazen ise ölüm kadar sessiz ve tepkisiz.

Ben, düz sıradan bir rengim diyecek kadar mütevazı, bazen ise dudaklarındaki mor da benim, gözlerindeki kahverengi de siyahsız olmaz diyecek kadar küstah.

Karışmak istemediği renklere karşı; işim olmaz, aklım ermez diyecek kadar sarışın, tüm grilikleri reddedecek kadar net, asaleti vurgulandığında biliyorum diyecek kadar kendinin farkında.

Uykusuz gecelere hiç yabancı değil. Kendi yastığından başkasında uyuyamayacak kadar seçici. Her gün doğumundan önce sabahı karşılayacak kadar nöbetçi.

Diplomat görüntüsünün altında sevgiye hiç de yabancı olmayan, hatta biraz aç bir yürek. İçindeki siyahın alımlı olmaktan öte bir kötülük taşımadığı, ancak derin bir çukur olup kendi dehlizlerinde kaybolduğu bir renk.

Hayatta güvendiği dağlara kar yağmasaydı beyazla bu kadar zıt olur muydu, hayata kendi en karasından bakar mıydı yine bilinmez.

Ancak biz insanların ona yüklediği imaja inat, hayatımızın boş köşelerini doldurarak, yüzümüze düşürdüğü gölgelerle, hüzün, neşe, acıdan efektler yapan olmazsa olmaz bir renktir siyah. (sürecek)

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Melikem'den haberler



Biliyorum özlediniz. Ben de özledim Melikem'i size anlatmayı.
Melike dizisinin son yazısı olacak bu yazı demiştim ama fırsat buldukça sizlere Melike'mden bahsedeceğim elbette.

Sadece Melike'm artık büyüyor ve nasipse bu seride yazılan öyküleri bir kitap yapmak istiyorduk, son aşamalara geldik.. Gelişmeleri sizlerle yine burada paylaşırız. Bakalım nasıl bir kitap olacak, biz de merak ediyoruz.

Melike'm bugünlerde daha bir olgunlaştı. 5. yaşı ile çocuksu tavırlarının yanında torunum Elif'e ablalık yapıyor.(teyzeliği kabul etmiyor) Renkleri seçebiliyor ama turuncuya sarı demekte ısrarlı halâ... Harfleri rakamları tanımaya başladı. Bazı minik duaları ezberliyor kolayca.

Şimdi birkaç anekdot paylaşarak devam edelim yazımıza:

Geçenlerde bir düğüne katılmak için Ankara'ya gitti Melike'm. Annesi ve Abisi ile. Ankara'dan Çorum'a geçtiler. Geldiklerinde anılarını dinledik. Dinlerken ezan okundu ve Melike'mden ilk inci:

-Baba Allah bizi özlemiş... Her yerde var diyorlar ama Çorum'da yoktu. (ezan sesi duymamış sanırım)

Geçenlerde yine yaz yağmurları ve gök gürültülerinin olduğu bir gün, yıldırım biraz yakına düştü büyük gürültüyle. Sofrada şımarıklık yapan Melike'm birden dua ya başladı. Peş peşe sıralanan birçok iyi dilek ve duanın arasında en ilginci ise şuydu:
-Allah'ım gel diye yemek yapıyoruz. Sofra hazırlıyoruz ama gelmedin ki. (bir imada bulunmadık ama Allah c.c kızdı sanıyor)

Sofra dedim de bu aralar sofra hazırlamaya da merak sardı. Mutlaka çiçek şeklinde hazırlanıyor sofralar. Kimsenin tabağın çanağın şeklini bozmasına izin vermiyor. Ayrıca mutfakta mühendislik harikası çözümler üretiyor. En son çözüm. salıncak ipini tüm sandalyelere ve dolap kapaklarına bağladı. Sonra bir hopladı ipin üzerine birkaç dolap kapağı birden açıldı mutfakta. Annesine diyor ki. -Sen yorulmayacaksın. Otomatik açılacakmış dolap kapakları.

Dün gece bir türkü dinledik çocuk şarkıcılardan. -Hastane önünde incir ağacı... Kızın annesi ağlıyordu TV'de. Biz de duygulandık. Melike çok şaşırmış bir şekilde sordu. -Türkülerde ağlanır mı? Bu güne kadar sadece dans edip oynamıştı babayla. Sonra da uyardı anne babayı:

-Sizin kızınız çıkmadı ki oraya. Ben çıkar türkü söylersem öyle ağlayacaksınız...

Son günlerde dilinin tekerlemesi ise durmaksızın AŞK AŞK AŞK diyerek dolaşmak. Nerde bir çift görse âşık ilan ediyor onları. Anne babaya, enişte ablaya âşık...
Arada babasına dizilerden güzel aktrisiler de öneriyor ama anneden fırçayı yiyince bunun pek iyi bir fikir olmadığını anlıyor. Abisine ise şampuan reklâmından kız beğenmeye devam ediyor... Bu gidişle ahenkle danseden saçları olan bir yengesi olacak.

Akşam yemeğinde bir espri sonrası onu ısıracak oldum. -Yemek ye, beni yeme dedi. Ama sen çok tatlısın dedim. Değilim beni yersen kızım yok diye ağlamayacak mısın? dedi. Yamyam bir babayı istemiyor. Son olarak süte şeker yerine Melike Mine BAL katma isteğimi de -kendimi katarsam sütü içemem ki diyerek reddetmişti.

Bir de kız/kadın kimliği oturmaya başladı. Aynada geçen zamanlar. Saçını arada eliyle düzeltmeler. Elbise beğenmemeler. Bugün (pazar) gezmeye çıkardım onu. Ancak 5. çift ayakkabısını da giyip denedikten sonra çıkabildik dışarı.
Ah! şu kızlar... (2009)

16 Temmuz 2010 Cuma

Bu aralar ne yapıyor?


Melikem
serisinde en azından kitap formatında derleyip toplayana kadar bir şeyler yazmasam da yaşadıklarımızı satır başları halinde paylaşalım istedim. Buyurun Melikem bakalım bu aralar neler yapıyor:

- Artık sandalye kullanabiliyor. İlk büyük icraatı mutfak dolabının tepesine çıkıp un almak, buzdolabının tepesinden de yumurtaları alıp pasta çırpmaya başlamış. Son anda annemizin müdahalesi ile pastayı yedik.

- Bir yandan meyve, sebzeler ve yemeklerdeki vitaminleri merak ediyor. Her kaşık yemek sonrası pazularını şişiriyor ve sandalyede ayağa dikilip büyüdüm mü diye soruyor..

- Öte yandan büyümek istemediğini de öğrendik. Büyümekten korkuyormuş. Bedeninin değişeceğinden korkuyor sanırım. Ya Hulk falan izledi, ya da Shrek

- Bol bol yeni kıyafetler giyiyor, süslenip dansediyor. Saçlarını tarıyor, ayna kullanıyor.

- Bahçede oynamayı ve ağaçlara tırmanmayı seviyor. Bisiklete biniyor.

-Havanın dondurma yiyecek kadar sıcak olup olmadığını henüz babaya sorarak kontrol ediyor. Baba da bu konuda küçük yalanlar söylüyor kızı hasta olmasın diye. ama dilini çıkarıp eliyle kornet işareti yapması çok güzel..

- Son izlenimi ise afedersiniz ineklerin süt işediği kanısında...

Şimdilik haberlerimiz bu kadar efendim.  (*) 2009

4 Temmuz 2010 Pazar

Uyanıp yeniden başlarken hayata



Gecenin iki uykusuzu
: Melike ve baba.
Anne günün yorgunluğuna pes etmiş. Sabah erken kalkacağı için göz kapakları ve Melike ile boğuşmaktadır. Baba ile yeniden canlanan Melike Masal kahramanı olmaya hazırdır…

Baba bu kez şaşırtır ve anneyi masal kahramanı yapar… Anne masala değil ama uykuya kaçmak istemektedir. Oysa Melike'nin hiç uyumaya niyeti yoktur. Gece gece azıcık su içmek istediğini söyler babaya. Ve yataktan kalkılır.

Sonra süt ister canı…
Baba "emin misin?" diye sorar.
Melike emindir…

Annem nesQuick'i şu üst dolaba sakladı diye ekler hemen… Baba üst dolabı karıştırırken çikolata ve cikletler dökülür. Melike keyifle güler. -Baba yine bulduk der… Annenin kayıp hazinesi kısa bir aradan sonra yine bulunmuştur ama nesquik bulunamamıştır.

Neskafe ve krema ile sahte nesquik süte katılır. Tadı fena değildir. Baba kavurma ve kızarmamış ekmekle eşlik eder melikeye. Tanrım kolesterol mü, o da ne?…
Sonra uykuya geçilir… Melike bu kez pembe kaşkollu kızdır… Annesini pazara götürür. Pazardan sepetine bir şeyler alır… Ama annesinin elini hiç bırakmaz. Çünkü annesi pazarda kaybolabilir… Yoldan karşıya geçerken dikkatsiz davranabilir. Melike annenin elini tutarak ona yol gösterir. Melike masal bitmeden uyuya kalır. Hain trafik canavarına karşı bir parça önlem almak adına kırmızı başlıklı kız masalı da kurban edilmiştir bu gece…

Bu gecenin masalı sona ermeden melike uyur. Baba, öyküyü yazar, laptopunu kapatır. Küçük kızını bir kez daha öpüp, yatağına yatarken üniversite yurdundaki oğlunun üşüyüp üşümediğini, kızı, torunu ve damadının iyi olup olmadıklarını düşünür gece yarısı.

Kapıları, pencereleri, kilitleri kontrol eder tekrar kalkıp ve yine yatağa ilişir sessizce... Başını yastığa koyar, bir eliyle kendini pış pışlarken, uyuyan iki güzel kızın yanında düşüncelere dalar...
Yarın yeni bir gündür. Doğan yeni bir günle hayat tüm güçlüğü ve acımasızlığı ile devam edecek de olsa güzellikleri de eskiksiz onlara sunacaktır.

Aslolan günü yaşamak mıdır, yoksa kurtarmak mıdır bilinmez. Ama ömür oldukça yaşanacaktır. Kriz dönemlerinde ve uykusuz gecelerde tüm masallar biraz eksik biraz yarımdır.

Ancak işin esası her doğan yeni güne uyanırken, dün ölüp bugün doğduğunu düşünerek ve bu günün yeni bir başlangıç olduğunun bilincinde olarak güne başlamaktır....

ve yeni gün kar ile başlar...