13 Mart 2010 Cumartesi

Tehlikeli adamları takdimimdir

ERKAN BAL

Her bayramda yılbaşında o güzel adam aklıma gelir.
Çoktan emekli olmuştur, o küçük ihtiyar hemşehrim. Tabi aynı zamanda askerde de komutanım. O eski şirinliği üzerinde, yaşantısı nizamında, intizamında mıdır bilemem. Ama, eminim yine özenle, kendisine gelen mektupların, kartların zarflarını tek tek açıp, ters katlayıp, zamklayıp yeniden kullanıyordur.

Askerdeyken, bunu devlet malına özeninden yaptığını sanıyorum ama kesilen her ağacında bizlere kağıt olma adına katledildiğini düşündüğüne de eminim.

Öyle ahım şahım çok iyi tanıyamadım kendisini fakat aklımda kalan bir enstane bu işte. Hani bu günlerde banka hortumlayanları, hayalicileri, kaçakçıları ve ben affettim oldu diyenleri görünce, birde üstüne bayramın tebrik trafiği gireceğini düşününce ; otomatikman Şükrü Başçavuşu hatırladım yine.

Sonra düşündüm. Emekli parası ile geçinebiliyor mu, çocukları ne oldular, torunları var mı? Onlara da tersine zarf katlamayı öğretiyor mu. Bu günlerde, zaruri harcamalarını güç bela ödeyebilen bir küçük esnaf olarak, o küçücük dev adamı düşündüm. Nasıl geçinebiliyor mu diye ve merak ettim acaba hala öyleleri yaşıyor mu içimizde.

Sonra yine, hayatta bize bir şeyler öğreten güzel insanları düşündüm ve öğretilerini.

-Yalan söylemeyeceksin, çalmayacaksın, insanlara haksızlık etmeyeceksin!

Ama son günlerde yaşananları düşününce de bu öğretilerin hepsinin zarfları tersine katlamaktan başka bir şey olmadığını da görüp üzülüyorum.

Bu günlerde, hani yolunuz düşer de; mesaisine titizlikle uyan, işlerini düzenli yapan, fakir küçük bir adam, ya da kadın görürseniz iyice bir bakın. Şükrü başçavuşların neslinden olmasın.

Öğrenmeniz kolay, mutlaka bir yerlerde tersine katlanmış yapıştırılıp yeniden kullanılmayı bekleyen zarflar göreceksiniz.

Hemen en yakın amirine şikayet edin bu tehlikeli insanları, onlar her şeyi tersine çevirmeye uğraşan gizli bir örgüt üyesidirler mutlaka. Hatta hatta evlerinde çocuklarını dizlerinin diplerine oturtup ihtimal ki şöyle nasihat ediyorlardır.

-Yalan söylemeyeceksin, çalmayacaksın, insanlara haksızlık etmeyeceksin, yetimin hakkını yemeyeceksin. Allah’tan korkup kuldan utanacaksın.

12 Mart 2010 Cuma

Bir balon yeter aklınızı almaya



Başucunuzda bir balon şişirin.
Eski bir çalar saatin ucuna yara bandıyla bir toplu iğne bantlayın ve saatinizi gecenin yarısına kurun. Saat çalarken balon patladığında hangi güzel rüyadan uyanırsınız onu bilemem ama bunu üç gün saati rasgele zamanlara kurarak tekrarlarsanız olacaklar bellidir.

Psikolojiniz bozulur, asabileşirsiniz, paranoyak olursunuz. Bu yüzden ilk yaptığınızla kalın. Ama ilk balon patladığında evinizin başınıza yıkıldığını düşünün. Bir kolunuzun koptuğunu, yan odada çocuklarınızdan birinin yaralandığını, eşinizin aldığı bir darbe ile öldüğünü…

Sonra şükür bir şey olmamış diyerek bu kabustan uyanmanın verdiği huzur ile 1 bardak su için.
Filistin'lilerin, Lübnan'lıların, Irak'lıların hali böyle bir şey işte. Hatta çok daha kötü yaralı ruhları. Ben bedenlerini anlatamam görmedim, yaşamadım Allah ta yaşatmasın. Ancak ruha neler olabileceğini anlatmaya o balon deneyi yeter.

Kavganın, silahın, düşmanlıkların olduğu her yerde korkular ve kinler büyür. İnsanlar öfkelerini yenemedikçe tek çareyi ölmekte ve öldürmekte bulurlar. Onlar için doğan güneşin değeri sizinkinden daha az yada daha çok olabilir yaşadıkları gecenin zorluğuna göre.

Şimdi o çalar saati başınızın ucundan uzak bir köşeye alın. Bantladığınız iğneyi sökün ve şükredip, acı çeken tüm insanlar için duanızı da ettikten sonra başınızı yastığa huzurla koyup uyuyun.

Çünkü içinde bulunduğumuz durumlardan çok şikayet etseniz de güçlü bir devletiniz ve vatanınızı koruyan seven mehmetçikleriniz var...

6 Mart 2010 Cumartesi

Ölüm en zor yolculuk (*)


44 yaşındaydı. Yani yaşıtımdı. Halamın oğluydu. İkimiz birlikte büyümüştük.
Çok can ciğer kuzu sarması olduğumuz söylenemezdi ama neticede aynı kasabada büyümüş iki yakın akraba idik. O kendine zor bir hayat seçmişti. Daha doğrusu, bize göre oldukça iyi bir hayat standardını biraz sahte dostlarına, biraz da kendi nefsine kapılarak heba etmişti. Artık, eskisini mumla aratır koşullarda başka bir kasabada yaşıyordu.

Bir gece yarısı kalbinin kapısını bu kez Azrail çalmış ve onu alıp götürmüştü.
Haberi duyduğumda üzülmek dışında, bir garip oldum. Her gün haberlerde duyduğumuz onlarca ölüm haberine benzemiyordu. Ateş yakınıma düşmüştü. Akrabam, çocukluk arkadaşım ve yaşıtım, bir gece ansızın ölüvermişti.

Yani hiç bilmediğimiz xxx sıra no'lu bilet: bizlerden birine çıkmıştı işte. Gitmek zamanı gelmiş ve hiçbir mazeret, iş güç fayda etmeden Azrail onu alıp götürmüştü. Bize düşen elimizle onu toprağın koynuna teslim etmek oldu. Yapabildiğimiz şey bu kadardı.

Bize de olacaklar farklı değil ki. Azrail ne yarım kalmış işleri tamamlamamızı, ne sevdiklerimizle vedalaşmamızı bekliyor. Babam, kalpten öldü. Ailemizde kalp krizi riski var. Benzer yaşlarda dayıoğlumda kalpten öldü. Halakızım bir kazada aramızdan ayrıldı ama o da 40–45 yaşlarında kaybolup gitti bu dünyadan.

Babam kuşağının yaş ortalaması 60–65 ama nedense biz çocuklar 45’lerde demir almaya başladık bu limandan. Azrail en büyük öğretmen, ölüm en zor ve en ibret verici derstir, anlayana...

Anladım mı?
Kiloma dikkat etmem gerek, sigara içmiyorsam da diyet yaptığım söylenemez. Bilinen ciddi bir sağlık sorunum yok. Yine de işlerimi, güçlerimi bir düzene koymalıyım. Birkaç gündür kâbus gibi rüyalar görüyordum. Demek ki rüyamın karşılığı halaoğlunun ölüm haberiymiş. Ecele götüren mektup halaoğlumun zarfının içinde çıktı ama yarın benim elime de aynı mektubun tutuşturulmayacağını nereden bilebilirim?

Dünyaya da ahirete de hazırlığım eksik. O zaman bir yerlerden, yine yeniden başlamak gerekmez mi?
Böyle birçok soru, birçok cevap ve nasihat ile kendimi kandırıyorum. Yarın, gidenler istemesek de unutulacak. Ateş düştüğü yeri yakmaya devam edecek. Bizim içimizde yanan ateş küllenecek, kendimize ve Tanrı’ya verdiğimiz sözleri bir bir unutacağız.

Bir gün o giz dolu sıra’da adımız okunduğunda; vakit zaten çoktan gelip geçmiş olacak. Bu dünyadan çekip gittiğimizde de arkamızdan kimler gözyaşı dökerse döksün, geri dönüp vedalaşma şansımız olmayacak.

Şairin Sessiz Gemi’de dediği gibi ‘Çok seneler geçti, dönen yok seferinden



(*) 2007 de kaleme alınmıştır.

4 Mart 2010 Perşembe

Bursa'dan oğlum gelecek


Türk ihracatının lokomotifi de sayılan tekstil sanayimiz can çekişiyor. Global krizin vurduğu en büyük alanlardan biri olan tekstilde fabrikalar bir bir kapanıyor veya işçi çıkarma yoluna gidiyor. Dünyada kriz olmasa bile gelişen robot teknolojileri ve makineleşme beraberinde işsizliği de getirecekti. İstihdamdan haklı olarak devletin de elini çekmesiyle büyük bir arz fazlası oluşmuş durumda.
Kalifiye olmayan insanlardan oluşan işsiz ordusu apayrı bir sorunken kalifiye insanların da işsiz kalması daha büyük sorunlara yol açacak. Çünkü bu insanlar kendilerinin yanında aile fertlerinin de geçimini üstlenmiş durumdalar. İşsiz kalan her kalifiye eleman aç kalan bir aile demek.

Kriz böyle sürdükçe işten çıkarmalar kaçınılmaz hale gelecek. Çünkü işverenler de kazanmak zorunda. Aslında krizin bir finans krizi olduğu söylense de bence çok daha öncelere dayanan bir öyküsü var bu gidişin.

1-Sendikal hareketlerin amacını aşması: İşçi haklarını korumak gibi masum bir çıkış noktasından gelişen sendikal hareketler, 70li yıllarda sendikaların politize olmasıyla artık bir güç ve iktidar mücadelesinin aracı oldular. Sendikalı işçilerle sendikasızlar arasında oluşan uçurumlar ilk başlarda sendikalı işçilerin lehine gibi gözükürken bu durum işverenlerin canına tak edene kadar sürdü. Ülkemizde yaşanan darbe sürecinin ardından gelen özelleştirme dalgası sendikal kazanımları da aldı götürdü.

2- Özelleştirme: Özelleştirme bütün dünyada yaşanan bir dalgaydı ve ülkemizi de sardı. Öyle ki artık aksini düşünmek suç sayılacak neredeyse. Oysa benim o yıllarda da söylediğim bir şey vardı: "devlet hırsıza kolunu kaptırdı ve çareyi kolunu kesmekte buluyor ne yazık ki" Gerçekten politik kaygılarla yaratılan hayali istihdamlar, toplumun diğer katmanlarındaki çalışanlara göre devlette maaşların hem garanti, hem de daha iyi olması herkesi devletten bir iş kapmaya yöneltti. "Adama iş" icat etme politikası da sürünce olay çıkmaza girdi. Neticede toplumsal bir rüşvet alanı haline dönen "devlette iş bulma" ve bulduktan sonra da "iş üretmeme" hastalığı bir kanser gibi dokularımızı sardı ve devlet kangren olan kolu kesip atmayı ya da yok pahasına satmayı tercih etti. Sonrasını hepimiz az çok biliyoruz.

3-Gelişen teknoloji: Tıpkı matbaanın ülkeye geç girmesindeki olayın bir iş ve emek kaygısı tarafını görmeyip "irticaya" bağlama kolaycılığına kaçtığımız gibi "Osmanlı'da el yazısı kitap yazarak, çoğaltarak geçinen ve ailesini geçindiren binlerce insan vardı ve bunların işsiz kalacağı düşüncesi de matbaanın gelişini geciktirmişti. Nitekim din kitapları en çok çoğaltılan kitaplardı ve bunların matbaada basımı bir müddet yasak kapsamı içinde kaldı" , teknolojinin neleri değiştirdiğini görmezden geldik bir süre. Ancak bu değişimi iyi kullananlarımız ciddi gelirler kazandılar. Ciddi birikimler elde ettiler. Makineleşme ile beş sendikalı işçi yerine 1 robot makine yemeden içmeden çalışır ve aynı işi yapar hale geldi. Bilgisayarlar birçok alanda kullanılmaya başladı ve birçok kişinin işini yapar hale geldi. Bankalar personele iş düşürmek yerine otomatları seçtiler, internet bankacılığına yöneldiler.

4-ÇİN: Çin faktörü bütün dünya ekonomisinde dengelerin alt üst olmasına yol açtı. Aslında komünist Çin kapitalist dünyaya kendi silahı ile saldırıyor. Bu 1 milyar insan doymak adına savaşını teknoloji ile elektronik ile yapıyor. 1 milyar Çinlinin milli gelirini 1000 dolar yükseltecek bir katkının diğer ülkelerde nasıl bir olumsuz kelebek etkisi yaptığını yeni yeni görüyoruz. Çünkü Çin ile birlikte her şey yeniden tanımlanıyor. 1 klimayı 2 milyara satan firma şimdi 400 TL'ye Çin'de ürettirip satabiliyor. İşçi hakları yok denecek düzeyde, maliyetler çok düşük, her şeyin kopyası üretiliyor, telif ve lisans sorunu neredeyse yok. Eskiden yüksek fiyatlar ve kârlarla satılan ürünlerden patronların şimdi bu paraları kazanma imkânı kalmadı.

5-KREDİ KARTLARI: Devletin mali disiplini de kolaylaştıracağı düşüncesi ile göz yumduğu kredi kartlarının "uçana, kaçana" verilmesi insanları bir müddet sonra sahip olmadıkları bir geliri harcamaya yöneltti. Borçlar ancak asgarisi ödenebilir hale geldiğinde yürütülen faiz oranları, tüm enflasyon rakamlarının ve gelir imkânlarının üzerindeydi. İnsanlar bankalara bir anlamda tefeciye öder gibi bitmeyen bir faizi ödediler durdular. Borçlar ödenemez duruma geldiğinde ise herkesin 3-5 yıllık geliri ipotek edilmişti bile. Kimileri evlerini, arabalarını satarak bu yükün altından kurtulmaya çabalarken, kimileri intiharı bile seçti.

6-MORTGAGE: Çok Uzun vadeli ve düşük faizli ev kredisi bardağı taşıran son damla oldu. İnsanların 3-5 yıllık gelirlerine el koymakla yetinemeyen finans sektörü pembe vaatlerle herkese ev seçenekleri sunmaya başladı. Bu evler başını sokabileceğin küçük evler olsa belki sorun olmayacaktı ama "hayalinizdeki ev" sloganı ile insanların bu kez 50 yıllık gelirleri ve hayalleri ipotek altına alındı. Ancak bu kadar uzun vadeli bir kredilendirme beraberinde riskleri de maksimum arttırdı. Kuralsız verilen krediler ve değerinin çok üzerinde satılan evlerin paraları bir müddet sonra ödenemez hale geldi. Öyle ki borcuna karşılık ipotekli olan bu evler, az çok ödenmiş taksitlerine rağmen haczedilip satıldıklarında bile alınırkenki borçları kapatamadılar. Bu sefer geri alınamayan bu paraları dağıtan bankalar krize girdi, derken finans krizi tüm dünyayı sardı.

Şimdi dünya eğri oturup, doğru düşünerek bu krizi çözmeye uğraşıyor. Ülkemizde de krizin hem kendisi, hem de bir rüzgâr gibi yayılan dedikodusu işyerlerini çıkmaza soktu. Herkes ya ücretleri kısıyor, ya işçi çıkartıyor. Herkes bir şekilde giderleri minimuma indirmenin derdine düştü. Maaşlı kesim belki bu krizi yeterince hissetmeyebilirdi ancak işten çıkarmalar onları da kara kara düşündürüyor. Biraz birikimi olanlar altına yöneliyor. Derken kriz krizi doğuruyor. Herkes harcamalarını ve yaptırmayı düşündüğü işleri erteliyor.
Şimdi ülkemizde de birçok işyeri krizden çıkamayıp kapanma sürecine gidiyor. Bu sürecin sonunda kim ayakta kalır kim kalmaz bilinmez ama komşu il: tekstil sanayinin kalbi konumundaki illerden biri olan Bursa'ya çalışmaya giden birçok gencimiz geri dönüyor. Evleriyle, aileleriyle geri dönerlerken de küçük yerlerde ev sahipleri eski bir sloganı değiştirerek söylemeye başladı bile.

-Sevgili kiracım "Bursa'dan oğlum gelecek" şu bizim evi boşaltsanız diyorum.

-------------------------------------------
Not: bu yazı ekonomik krizin daha sert hissedildiğini 2009 başlarında yazılmıştır.

3 Mart 2010 Çarşamba

Çok dil konuşan toplumlar zengindir

osmanlı fransızca farsça arapça türkçe
...
kelime oyunları...
eleştiriler. bok yemenin arapçası vs...
.......
ingilizce etkisi ile oynamak..
türetmek..
tdk falan değil sanat belirler
üstelik sokakta yapılsa bile...

2 Mart 2010 Salı

Fildişi kulelerin şairleri


Yıllardır bitmeyen tartışmadır. Sanat halk için midir yoksa sanat için midir? Bu tartışmada herkes kendi görüşünün doğru olduğu iddiasındadır ve ötekini acımasızca eleştirir. Bir de sanat Hak (Tanrı) içindir diye üçüncü bir hâkim görüş vardır.

Bense sanatın fazlasıyla sanatçı için olduğuna inanırım. Her sanatçı biraz da kendisi için sanatçıdır. Siz buna bir ego tatmini de diyebilirsiniz. Ben içindeki sancının dışa vurumu derim.

Yıllardır her alanda olduğu gibi sanat dünyasında da "her şeyi bilen akil adamlar" olagelmiştir. Hiç birini küçümsemem. Ancak sanatçı adayları arasında bile bir müddet sonra kendini "Hint kumaşı veya otorite" sanma hastalığı nükseder. Neyin nasıl yapılacağını söylemeye, başkalarına akıl vermeye başlarlar. "Ben şöyle bilirim, böyle okudum, kafiye budur, aruz budur, serbest vezin şudur, Türk şiiri budur derken işin özünü; yürekten gelen sesi aktarmayı unuturlar."

İkinci bir hastalık ise "bizden olan iyidir" hastalığıdır. Eski bir burjuva aydını hastalığı olan bu hastalık önce solculara, zamanla "sağ" yelpazedeki aydınlara da bulaşmıştır. Kısaca "halktan" olanı sığ bulmak, "anlaşılmaz olanı yüceltmek", "tepeden bakmak" hastalığı da denilen bu hastalığa en iyi cevap sanırım "Yunus Emre" şiirleri ve Türk halkının gönlünde "Yunus Emre'nin" kazandığı yerdir.

Bu yazıyı yazma sebebim olan birkaç ay önce TRT2 de yayınlanan "önce şiir vardı" adlı programa. Bu program; gerçekten kaliteli üst düzey bir programdır. Kesinlikle kabul ediyorum. Zaten, zaman zaman şairlerin, zaman zaman şiir tarzlarının tartışıldığı, Mustafa Şerif Onaran'ın yönettiği, Hilmi Yavuz ve Talat S. Halman'ın katıldığı; sohbet aralarının "Devlet Tiyatroları Başrejisörü Rüştü Asyalı ile Devlet Tiyatrosu Sanatçısı Berin Ötenel"in okuduğu şiirlerle renklediği bu güzel program için TRT'yi kutlamak gerek.

Ancak dün akşam "Ümit Yaşar OĞUZCAN şiirlerinin konu edildiği programda "Ümit YAŞAR'IN bile" acımasızca diyebileceğim tarzda eleştirildiğini görmek beni üzdü. Hilmi YAVUZ hocamın "arkadaş olarak sevmeme rağmen şiiri için aynı şeyi diyemem - popülerliği seçerek, kendine yazık etmiştir" mealindeki sözleri ve Aşk şiirin Ümit YAŞAR'LA sıradanlaştığı, ayağa düştüğü anlamına gelebilecek vurguları gerçekten üzücüydü.

Ümit Yaşar OĞUZCAN gerçekten Aşk şiirlerini bizlere sevdirebilen, duygularını yüreğinden geldiği gibi aktarabilen, Gülmece şiirleri yanında, aruz vezniyle de Rubailer yazmış iyi bir şairdir.

Tabi ki bizim ölçümüz "üstatların kriterlerine" göre bir anlam ifade etmeyebilir. Ancak halk nezdinde itibar görmek neden aydınlarımız arasında "kolaycılık, basite indirgenmek, ucuzlatmak" olarak algılanır. Orhan Veli KANIK'da sıradan bir şairdir o zaman. Ama bizce sevilmiştir. Bu halk onu benimsemiştir. Kendinden biri görmüştür. Bu az bulunacak bir şey midir?

Tabi ki sanatın belirleyici üst kriterleri olabilir. Tabi devler arenasının kuralları daha farklı olabilir. Ancak "halk tarafından sevilir şiirler yazmak" ne zamandan beri bir şairin kalitesini düşüren belirleyici bir unsur olmuştur onu anlamakta güçlük çektim.

Ümit Yaşar, yüreğini, hissettiklerini yazmış mıdır? Sevgisini ifade etmiş midir? Bu kelimeler halkın gönlünde yer bulmuş mudur? Önemli olan biraz da bu değil midir?

Kelime oyunlarına, muntazam kalıplara, uyaklara, rediflere, kafiyelere, dizeler içinde gizli anlamlara, vurgulara, ses ahengine yeterince güçlü yer vermedi diye bir şairin şiirine kötü diyebilir miyiz? Şiir bir "Tanrı kelamı mıdır?" Yoksa "Eski Arabistan'daki gibi" kutsal metinler midir?"

Tamam, çikletlere mani yazan bir şair olmak, cep telefonu mesajlarının şairi olmak başka bir şeydir. Kabul, ama dolmuşa, otobüse birlikte bindiğiniz, seçim sandığına birlikte oy attığınız ve kitaplarınızı bir gün okuyup yüreğinizi anlamasını umduğunuz bu halka ve onun benimsediği Ümit Yaşar OĞUZCAN gibi bir şaire; bu biraz haksızlık olmadı mı sevgili hocalarım?

Şu, fildişi kulelerden aşağıları temaşa edip beğenmeme huyunu da, aydınlarımız bıraksalar artık. Saygılarımla.

1 Mart 2010 Pazartesi

ne tutundurdu hayata..

"bana kalsa çoktan ölürdüm dedim...
ne tutundurdu hayata beni dedim
vadesi gelmemiş borç çeklerinden başka
sonra sevdiklerimizi düşündüm
onlar için yaşamanın gerekliliğini
....
sonra da şöyle bitirdim öykümü
"hayatı hep başkaları için yaşamayın
kendiniz için de güzelleştirin"